MEHMET C. ŞENER

OKURLARIN DiKKATiNE:  SAYFAMIZ BLOGG SİSTEM TEKNİĞİYLE SINIRLI  OLDUĞUNDAN,  AYRI AYRI YAZILAR   ALT ALTA DiZiLEREK SUNULMUŞTUR.

::::::::::::::::…………..:::::::::::::::::::::::::::

ÖN AÇIKLAMA: Mehmet Cahit ŞENER’e ait olan aşağıdaki yazılar, http://www.sosyalist-kurd.net/ sitesi tarafından bir kitap hallinde yayınlanmıştır. Biz bu kitabı olduğu gibi buraya aktarmaktayız. Bu çalışma tamamen Sosyalistê Şoreşger Sitesinin emeğiyle gerçekleşmiştir. Bu çalışmaların daha fazla kitlere ulaşması ve okunması için kendi ekranlarımıza aktarmaktayız. Bu çalışmada emeği geçen bütün  Sosyalistê  Şoreşger Sitesinin emekçilerine saygılarımızı sunmayı bir borç biliriz. Bu çalışmaların yayın hakkı Sosyalistê Şoreşger Sitesine aittir.

Vejin Blogg

::::::::::::::::::…………..::::::::::::::::::::::::::::
                                                                               Açıklama
PKK-Vejin ve onun önderlerinden Mehmet Şener, PKK
ve KUKM tarihinde önemli bir devrimci çıkışa imza attılar.
Ancak bu çıkış, büyüyemedi. Bu büyüyememenin nedenleri,
subjektif olmaktan çok objektiftir. Gerilla ve serhildanın çığ
gibi büyüdüğü bir dönemde söylenen söz, yapılan müdahale,
gösterilen direniş ne kadar önemli, doğru ve devrimci nitelikte
olursa olsun, eğer bunlar, hatırı sayılır örgüt ve mücadele
silahına sahip değillerse başarı şansı hemen hemen yoktur.
Şener ve diğer arkadaşların ayrılma ve ayrı bir zeminde
mücadele etme niyetleri, düşünceleri yoktur. Hatta Öcalan’ın
olası yönelimlerini bile düşünüp gerekli tedbirleri
almamışlardır. Kongrede, partinin en yüksek karar
platformunda devrimci görevlerini yapmış, partiyi olması
gereken devrimci çizgi eksenine getirmeye çalışmışlardır.
A. Öcalan da bunu çok iyi bildiği için kendisinin tahtını
ciddi düzeyde sarsabilecek IV. Kongreye ve sonuçlarına
Mehmet Şener şahsında saldırmış, O’nu kısa sürede ideolojik politik-
örgütsel ve fikiksel olarak tasfiye etmeyi kendisi için
kaçınılmaz görmüştür. Zaman yitirmeden, yani kongre
sonuçları örgüte ulaşmadan, örgüt tarafından özümsenmeden
çok yönlü tasfiye hareketini başlatmıştır. Şenerlerin tasfiyesi ile
birlikte bu tasfiye hareketini, kendi iktidarını her alanda,
özellikle etkisi dışındaki zindanlarda kurumlaştırmada, diğer
alanlarda da derinleştirmede bir fırsat bilmiştir.
PKK-Vejin, PKK IV. Kongresinde Öcalan iktidar
istemine, onun önderlik yapılanması ve çizgisine karşı
geliştirilen devrimci müdahalenin, bir bakıma hazırlıksız
devamıdır; daha çok da koşulların ve IV. Kongreye dayatılan
karşı-devimci darbenin bir zorlanmasının kaçınılmaz ürünüdür!
Bunu belgelerde çok açık bir biçimde görmek mümkündür.
Öcalan ve PKK resmi tarihinde Şener ve PKK-Vejin
tamamen gerçekler tersyüz edilerek anlatılır, ağır suçlamalar
4
yapılırken en sıradan bir belgeye başvurma, belli bir tanıklığı
gösterme ihtiyacı duyulmaz. Öyle ki bu konuda bir politik
kültür oluşturulur ve bu kültür sorgulanmadan devam ettirilir.
Bu yaklaşım Öcalan sistemine itiraz eden, ona karşı tavır alan
bütün ”muhaliflere”, devrimci arkadaşlara aynı biçimde
uygulanır. Dolayısıyla öncelikle bu bakış açısını ve oluşturulan
mürit kültürünü teşhir etmek, bunu zihinlerden atmak
gerekiyor. Bunu yapmadan doğru bir tarih anlayışına sahip
olmak mümkün değildir.
KUKM’ni Toparlama ve Yeniden İnşa
BİLDİRGESİ’inde Şener’lerin devrimci duruşuyla ilgili şu
değerlendirmeler yazılı, olduğu gibi aktarmanın açıklayıcı
olacağını düşünüyoruz:
”Ama bir anda çığ gibi büyüyen ulusal kurtuluş mücadelesi
dönemin gerektirdiği atılımı, örgütlenmeyi, sonraki aşamanın
hazırlıklarını yapamıyordu. Evet, gövde dev gibi büyümüştü, baş çok
küçük kalmıştı, yani kadro açığı çok büyüktü. Bir bakıma varlık
içinde yokluk çekiyordu. Ama temel sorun, temel çıkmaz bu ve buna
benzer yetersizlikler değildi. Temel sorun mücadelenin gerçek
anlamda siyasal ve askeri bir kurmaydan yoksun oluşuydu. IV.
Kongrenin bu yönlü çabaları ve girişimleri henüz söz düzeyindeyken
boşa çıkarıldı, dahası tasfiyeye tabi tutuldu. Dev gibi büyüyen bir
mücadelenin çok yönlü örgütlenme, iktidarlaşama, eğitim, siyaset
gibi dev konuları bir kişinin deli saçmalarıyla yönetilemezdi, sadece
kendi iktidarını pekiştiren ve tek derdi bu olan yaklaşımlarıyla
çözülemezdi. Bu “Önderlik tarzı” yapsa yapsa iç tasfiyeyi
derinleştiriyor, mücadelenin beynini daha da küçültüyor ve devasa
gelişmeleri ise düşmanın saldırılarına açık hale getirebiliyordu. Daha
sonra özel savaş aygıtının yetkilileri de açıktan itiraf edeceklerdi.
Aslında Kürdistan’da egemenliklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdi,
ideolojik, moral dayanaklarını yitirmişlerdi. Orduları günün belli
saatlerinde kırsal alanlara çıkamıyorlardı. Halk ise ayaktaydı, halkın
öncüleri ortaya çıkmaya başlamıştı, olanakları çığ gibiydi. Ama
kurmaysız bir mücadelenin bu gelişmeleri değerlendirmesi ve daha
üst bir aşamaya sıçratması mümkün değildi. Marx’ın sözü bir kez
daha doğrulanıyordu: Ayaklanmayla oynanmazdı, ya sonuna kadar
5
zafere gidilirdi, ya da çok kanlı bir biçimde ezilirdi! Elbette
serhildanlar klasik bir ayaklanma değildi, ama yine de düzene bir
kafa tutuş, ondan kopuş ve iktidarını tanımama, özgürleşme
eylemiydi, açıktan açığa bir hesaplaşmaydı, uzun süreli bir iktidar
savaşımıydı. O nedenle savaş ve ayaklanmanın aynı yasalarına tabi
idi. Sonuna kadar gitmek ve zaferi yakalamak, öncelikle doğru bir
kurmaylıkla mümkündü. Ama “biz” bir kurmaydan yoksunduk.
Dahası tek derdi bu devasa gelişmeleri kendi malı haline, iktidarına
alma stratejisinin yılmaz uygulayıcısı bir “Önderliğe” sahiptik.
Yenilgimiz, açmazımız tam da bu noktada düğümlenmişti. Kendi
içinde iyi örgütlenmiş, dönemin sorunlarını ve çözüm yollarını çok
iyi bilen, alanında bilgili ve deneyimli gerçek öncülerden oluşan,
politika üretebilen kolektif bir kurmaylığa, merkeze ihtiyaç vardı. Ne
yazık bu yoktu, Öcalan iktidarı bunu yok etme üzerine kurulmuş,
yine bunun ortaya çıkmasını önleme çizgisine dayanıyordu.
IV. Kongre parti tarihinde farklı bir yere sahip bir kongredir.
Gerilla alanında yapılan ilk kongre olma özelliğine sahiptir. Bu
kongre çok önemli iç ve dış gelişmelerin yaşandığı bir dönemde
yapıldı. I. Körfez Savaşı, Kuzeyde serhıldanlarlarla yaşanan kitlesel
ayaklanma süreci, Güneyde ortaya çıkan fiili boşluk ve bunun ortaya
çıkarabileceği olanaklar ve fırsatlar, dönemin önemini anlatan başlıca
gelişmeler olmaktadır. Savaş ve serhildanların ortaya çıkardığı yeni
durumu değerlendirmek, çok temel kararlar almak, yaşanan savaş
sorunlarını çözümlemek ve çözümler üretmek, Körfez Savaşı ve
olası gelişmelere karşı hazırlıklı olmak bu kongrenin yüklü
gündemini ortaya koymaktadır. Bunlar kadar önemli olan diğer bir
konu da partinin stratejik önderliği sorununa bir biçimiyle neşter
vurmaktır. Daha açık bir ifadeyle kendisini partinin ve kongrenin
üstünde bir yere oturtan, kendisini tek karar mercii haline getiren ve
her türlü eleştiri ve denetimin dışına çıkaran Öcalan sorununa bir
biçimiyle neşter vurmak Kongrenin çok net ifade edilmese de en
önemli gündem maddesidir. Öcalan da bu durumun farkındadır ve
bundan dolayı pek rahat değildir, kongreyle ilgili günlük rapor
almakta ve müdahalelerde bulunmaktadır.
IV. PKK’nin en çok kongreye benzeyen, özgür tartışmanın
belli ölçüde yapılabildiği bir platformdur. Aslında parti içi
mücadelenin biraz daha özgür ve adil yapılabildiği bir kongredir.
“Biraz” diyoruz, çünkü bu durum görecedir ve kısa süre ile sınırlıdır,
6
Öcalan çok geçmeden bu duruma müdahale edecek ve kullandığı çok
yönlü şiddetle iktidarını çok daha güçlendirecek ve zindanlar da
dahil her alanda oturtacaktır.
Kongrede Öcalan ad verilerek eleştirilmez, ama partinin
stratejik önderliğinin Merkez Komitesi olduğu vurgulanır ve karar
altına alınır. Öcalan’ı hedefleyen en önemli karar ise Ortadoğu
çalışmaları ve bütçesiyle ilgili bir soruşturma komisyonunun
oluşturulması kararıdır. Bu, Öcalan’ın faaliyetlerinin denetim konusu
yapılması anlamına gelir.
Kongre Güneye ilişkin de önemli kararlar alır. Güneye destek
sunulması, Saddam’a karşı gelişecek her türlü eylemin etkin bir
biçimde desteklenmesi kararı alınır. Öte yandan Kuzeydeki savaşa ve
serhildanlara ilişkin de önemli kararlar alınır.
Öcalan olup bitenlerin farkındadır, ayaklarının altındaki
toprağın kaymaya başladığının bilincindedir. Kongrede kendi
iktidarına karşı bir denge durumunun yakalandığını, ama bunun
burada durmayacağını ve sonuna kadar ilerleyeceğini bilir ve hemen
hiç zaman kaybetmeden müdahale eder. Müdahale ederken elindeki
bütün kozları ve iktidar hilelerini devreye sokar. Öcalan egemen sınıf
iktidarları gibi son derece acımasız ve “rakiplerinin” tüm zayıf
noktalarını kullanmayı ve onları o noktadan vurmayı denemekten
çekinmez. IV. Kongrede partiye ve onun yönetimine müdahale eden
arkadaşların en büyük zaafı, belli bir mücadele stratejisine, gerçek
anlamda iktidar perspektifine sahip olmamalarıdır. Son derece saf ve
temiz duygularla, hep eleştiri konusu yapıldığı gibi amatörce,
“ideolojik” bakarak yaklaşırlar, Öcalan’ın olası yönelimlerini hiç
hesaba katmazlar. Oysa verili sistemde iktidar savaşı son derce
hazırlıklı olmayı, her şeyden önce belli bir perspektife sahip olmayı
gerektiriyor. Aslında bu arkadaşların kafalarında öyle ciddi anlamda
iktidar olma, bunun hırsı yoktur. Yaklaşımları son derece
“ideolojik”tir. Yani “ortada olumsuzluklar var, parti kötü yönetiliyor,
bunun sorumlusu da bellidir, buna müdahale etmek, ona karşı
merkezi bir denge haline getirmek, daha doğrusu gerçek konumuna
kavuşturmak gerekir” düşüncesindedirler. Bunun ötesinde düşünsel
ve siyasal-örgütsel bir hazırlıkları yoktur. Aslında kurumlaşmış bir
iktidara müdahale ediyorlar, ama kendileri bunun sonuçlarını
öngörmekten yoksundurlar. Elbette acımasız, iktidar oyununu Bizans
ve Osmanlı, (buna Ortadoğu’yu da eklemek gerekir) saray
7
entrikalarını aratmayan oyunlar oynayan, hatta bunu daha kaba
biçimlerde uygulayan Öcalan karşısında hazırlıksız olan arkadaşların
tutunma, kendini koruma şansı olamazdı! Nitekim öyle oldu…
Öcalan IV. Kongrede kendi iktidarına karşı yarım da olsa
harekete geçenin Mehmet Şener olduğunu biliyordu. Dolayısıyla
onun hedeflemesi en isabetli bir taktik olacaktı. Başkasını
hedeflemedi, onlara sıra gelecekti. Öncelikle Şener her açıdan,
ideolojik, politik ve moral açıdan etkisizleştirilmeliydi. Bütün süreci
ve ayrıntılarını bu başlık altında yazmak mümkün değildir. Ancak şu
kadarını vurgulamak durumundayız. Öcalan tasfiyecilikte
uzmanlaşmıştı, bütün siyasal yaşamı bununla biçimlenmişti. Kendisi
bu durumu gururla itiraf eder ve bundan özel bir zevk alır.
Mücadelesinin yüzde doksan – doksan beşinin PKK’ye karşı
mücadele ile geçtiğini sayısız kez vurgulamıştır, en son mahkeme
kürsülerinde belirtmiştir. Zindan çıkışlı birini en geniş yetkilerle
Şener’in üzerine gönderir. Verilen talimat net, kesin ve her açıdan
Şener’i tasfiye etmeyi ve onun üzerinden kendi iktidarını her alana
tam oturtmayı hedeflemektedir. Şener’e ajan olduğunu itiraf etmesi
dayatılır, aksi halde yine ajan olduğu gerekçesiyle kurşuna
dizilecektir. Şener boyun eğse de eğmese de fiziki olarak ortadan
kaldırılacaktır. Ama boyun eğmesi, Öcalan’ın istediği “özeleştiriyi”
vermesi durumunda ölümü çok yönlü olacaktır, hem moral ve politik
olarak, hem de fiziki olarak… Öcalan da bunu çok iyi biliyor. O
nedenle kesin ve mutlak olarak çok yönlü ölümü dayatıyor.
Kuşkusuz Şener bu dayatmayı kabul etmiyor, gelen kişiyi de
ikna ediyor ve kendi yanına çekiyor. Öcalan işlerin sarpa sardığını,
gönderdiği kişinin “saf” değiştirdiğini görünce başkalarını
görevlendiriyor ve bir an önce Şener’i öldürmeleri talimatını veriyor.
Bunları duyan Şener ve birkaç arkadaş daha çareyi o alanı terk
etmekte buluyorlar. Bunun dışında başka bir yaşam ve mücadele
seçenekleri kalmamıştır. Aslında yukarda da belirttiğimiz gibi bu
arkadaşların kafalarında parti içinde iktidar olma perspektifleri
olmadığı gibi, öyle ayrılma, ayrı grup oluşturma ve başka bir
zeminde mücadele verme düşüncesi, hatta niyeti bile yok. Bunu
Şener’in Mustafa Karasu’ya hitaben yazdığı mektupta çok net olarak
görmek mümkündür. Kendi saf duyguları ve ideolojik bakış
açılarıyla parti içinde bir “düzeltme hareketi” başlatıyorlar, bunun
kıran kırana bir iktidar savaşımı anlamına geldiğinin farkına bile
8
varmıyorlar. O nedenle tedbirsiz, perspektifsiz yakalanıyorlar ve
kaybediyorlar. Aslında tüzüğe, genel geçer adalet ilkelerine göre
Öcalan tarafından yapılan ikinci bir darbe ve büyük bir haksızlık var.
Yaptığı “yargısız infazdan” başka bir şey değildir. Hiçbir kanıt ileri
sürmeden, hiçbir yargılama yapmadan yaşamını devrime adamış bir
devrimciyi bir çırpıda ajan ilan etmek ve ölüm fermanını çıkarmak,
bütün partilileri ve halkı kendisine suç ortağı yapmak en sıradan
vicdani ölçüye bile sığmaz.
Şenerler ayrıldıktan sonra amaç ve hedeflerini, var oluş
gerekçelerini, mücadele anlayışlarını ortaya koyan bildiriler,
bildirgeler ve daha değişik yazılı belgelerle ortaya koyarlar. Bu yazılı
belgeler “resmi tarihte” anlatılan uydurmaları yalanlar. Örneğin en
çok uydurulan tez şuydu: M. Şener’in gerilla mücadelesinin artık
zamanını doldurduğunu, bunun yerine siyasal mücadelenin esas ve
öne alınması gerektiğini söylerler. Ancak Şener’in kaleme aldığı ve
bir tür program niteliğinde olan bir belgede silahlı mücadeleye
sayısız kez vurgu var, öyle ki bu vurguda biraz aşırıya kaçtığı bile
söylenebilir. Daha iyi anlaşılması için PKK/VEJİN adına yayınlanan
bir belgeden kısa bir aktarma yapmak istiyoruz:
“PKK/VEJİN (DİRİLİŞ) Hareketi, PKK’nin çıkış ruhuna ve
ilkelerine sahip olup tepedeki önderliksel yozlaşmaya karşı alınması
gereken devrimci tavrın bir gereği olarak gelişmiştir.
PKK/VEJİN, Partimizin ve savaşımızın üstten tasfiyesi ve
düşmanla girilen reformist anlaşmanın önüne geçmenin devrimci
tavrı olmuştur.
PKK/VEJİN, tamamen şehit kanı ve dağ ve zindan
direnişçilerinin emek değeri olan partimizin Apo’nun elinde bir aile
şirketine dönüşmüş olmasına karşı bir emek hareketi olarak
gelişmiştir.
PKK/VEJİN, Apo’nun eliyle yozlaştırılan parti ahlakına ve
kültürüne karşı devrimci ahlak ve kültürün zorunlu direnişi olarak
doğmuştur.”
Açık ki gerillanın ve serhildanlara dayalı mücadelenin
yükselişte olduğu bir dönemde Şenerler veya başkaları hangi
doğruları ifade ederlerse etsinler sözlerini savaşanlara ve halka
dinletmeleri olanaksızdı, en azından kısa vadede böyleydi. Bu,
niyetlerden bağımsız olarak böyleydi, objektif bir olguydu. Bunu
Öcalan da biliyordu ve bu noktaya yüklenmekten geri durmuyordu.
9
Daha sonra Suriye istihbaratının da desteği ile Şener’i, bu gözüpek
ve direnişçi, mücadelemizin ortaya çıkardığı bu büyük değeri katletti.
Aslında Öcalan’ın gerçekleştirdiği en büyük katliam, zindan
direnişleri ve kişilikleri üzerinde gerçekleştirdiği irade katliamıdır.
Öcalan Şener’i tasfiye etmekle kalmadı, bunu bütün partiyi, özellikle
zindanları teslim almada ustaca kullandı. İzmir Suikastı, nasıl ki M.
Kemal’in iktidarını oturtmada, bütün muhaliflerini temizlemede ve
etkisizleştirmede, her türlü karşı alternatifi ortadan kaldırmada bir
araç olarak kullandıysa, Öcalan da Şener üzerinden geliştirdiği
yargısız infaz olayını da kendi iktidarını her alana oturtmada ve
bütün olası seçenekleri temizlemede bir araç olarak kullandı. Bu, tam
anlamıyla bir irade kırma ve teslim alma hareketinden başka bir şey
değildir. Öcalan’ın önü düzlenmiştir artık, bütün iradeler kırılmıştır.
O artık partinin her şeyidir, daha doğrusu o partinin kendisidir!
Partililerin ve halkın tek bir işlevi vardır:
Kul olarak itaat etmek!”
Pratikte öyle oldu, öyle olmaya devam ediyor. Bu
kültürü, bu siyasal anlayışı ve alışkanlıkları yıkmak gerekiyor.
Bu siyaset kültürü ve despotik iktidar tekeli kırılmadan
doğruları politik bir güce dönüştürmek mümkün değildir.
Mehmet Şener ve PKK-Vejin, devrimci tarihimizin bir
söz, bir adım, bir duruş, bir direniş düzeyinde kalsa da mutlaka
anılması, sahiplenilmesi gereken bir olgudur. Resmi tarihin bu
konudaki karalamalarını teşhir etmek, bu konudaki
haksızlıkları reddetmek, bu devrimci duruşu tarihi mirasımızın
bir parçası olarak algılamak, devrimci olduğu kadar bu uğurda
her şeylerini vermiş devrimcilerin vicdan borçlarıdır!
Bu yaklaşım, resmi tarih marifetiyle haksız suçlama ve
yargılamalara konu olan bir hareket ve onların öncülerini hak
ettikleri yere oturtmak, onlara yapılan büyük haksızlıklara karşı
durmak devrimci sorumluluğun, kendi tarihimize nesnel ve adil
yaklaşmanın bir gereğidir. Kısacası böyle bir yaklaşımın, salt
ideolojik ve politik değil, ahlaki-vicdani boyutları vardır ve bu,
tarihe, bugüne ve geleceğe doğru ve sorumlu bakmanın da
önemli ölçütlerinden biridir!
10
PKK-Vejin ve Mehmet Şener’in bıraktıkları belgelerin,
salt tarihin bir kesitine değil, bugüne, bugünün aşılması
mücadelesine de önemli bir ışık tutacaklarına inanıyoruz.
Mehmet ŞENER ve yaşamlarını devrimci duruşları için
feda eden yoldaşlarımızın anılarını saygıyla anarak bu belgeleri
bölümler halinde ve kitaplaştırarak yayınlıyoruz.
Gerçekler tarihin tozlu raflarında karanlıkta kalmamalı,
gerçekler gün yüzüne çıkarılmalıdır!
Gerçekler, devrimci ve ışıktır!
Faşizm ve yarasalar sesten ve ışıktan korkarlar!
Sesimizi çoğaltıp gürleştirelim, bütün gerçeklerimizi gün
yüzüne çıkarıp ışık gücüne dönüştürelim!
25 Ağustos 2005
Sosyalistê Şoreşger
Yazı Kurulu
11

  İÇİNDEKİLER
1- Kamuoyuna Pkk’deki Ayrışmayla İlgili Açıklamamız ….12
2- PKK-MK ve Tüm Üye ve Savaşçı Arkadaşlara ..61
3- Mustafa Karasu’ya Mektup …………………….78
4- Irak´Ta Kürt Ayaklanması ve Tavrımız ………..91
5- Kürdistan’daki Son Gelişmeler ve Ulusal
Birlik İhtiyacı ……………………………………108
6- Sosyalist Basına Açık Mektup …………………125
7- Seçimlerin Ardından Ne Yapmalı ? ……………129
8- Cezaevi Direnişçileri Şahsında İnsanlığa Çağrı .133
9- Mehmet Can YÜCE’ye Mektup ………………140
12
1
KAMUOYUNA PKK’DEKİ AYRIŞMAYLA İLGİLİ
                           AÇIKLAMAMIZ

Devrimci güçlerin birlikte hareket etmeye can alıcı bir
ihtiyaç duyduğu ve halkımızın, ihtiyacı duyulan bu birliği
yakalama şansının tarihinde en fazla olduğu bir ortamda,
partimiz PKK’de arzulanmayan ve arzulanmadığı oranda da
zorunlu hale gelen bir ayrışma yaşıyoruz.
Halkımızın savaşçı öncüsü PKK’de yaşanan ayrışma, hiç
şüphesiz, düşman karşısında PKK’nin savaş gücünü
parçalayacağından ve ayrışmayı, ideolojik ve politik olarak
yeterince kavrayamayan savaşçı yapıyı ve geniş halk kitlelerini
moral yönünden etkileyeceğinden, geçici bir süre için de olsa,
objektif olarak, düşmana daha rahat hareket etme olanağı
verecektir; düşmanı rahatlatan bir gelişme olacaktır ve savaş
cephemizi de bir süre uğraştıracaktır. Bu birbirine karşı
savaşan güçlerin, birbirlerinin zaaflarından faydalanma
kuralının mantıki sonucudur
Ancak ayrışmalar, geçici olarak düşmanı rahatlattığı ve
taktik üstünlük olanakları sunduğu halde, “ne olursa olsun
birlik” anlayışının ve pratiğinin de süreç içinde, düşmanı üstün
duruma getirdiği ve stratejik zaferler sunduğu bilinen bir tarihi
gerçektir. Savaşçı güçler taşıdıkları zaafları tasfiye etmeden ve
sorunları çözüme ulaştırmadan zafere yürüyemezler. Zaaflar
içeren hiç bir yürüyüşün zafere ulaştığı görülmemiştir.
Bundan dolayı PKK’deki ayrışma, devrimci birliğe en
fazla ihtiyaç duyulduğu bir ortamda, birliğe karşı gelişen bir
13
tavır değil, sonunda bizi, parti ve halk olarak yokolmaya
götürecek olan “ne olursa olsun birlik” anlayış ve pratiğine
karşı gelişen bir tavır olarak ortaya çıkmıştır. Parti ve halk
olarak yokedilmemizin önüne geçmek ve yürüyüşümüzü
sağlıklı bir rotaya oturtmak için yapılan bir müdahale niteliği
taşımaktadır.
Dünya devrim tarihine bakıldığında, iktidara yürüyen
güçlerin, tarihsel dönemeçlere girdikleri süreçlerde, devrimci
örgütlerde oldukça sık rastlanan ayrışmaların yaşandığı
görülecektir. Bu basit bir rastlantı değildir, tersine, birlikte
hareket eden güçlerin farklı sınıf karakterlerinin yolaçtığı
tarihsel bir zorunluluktur. Sınıflar, iktidar konusundaki farklı
eğilimlerini en yoğun olarak iktidarın eşiğinde yansıtmakta,
yaşama geçirmektedirler; iktidar karşısındaki tutumlarını
açıkça ortaya koymaktadırlar.
Mevcut iktidara karşı mücadele eden güçler –ki bunlar
ayrı ayrı sınıfsal kökenli güçlerdir- farklı çıkış noktalarından
hareketle, farklı hedeflere yönelirler. Çıkış noktaları ve
hedeflerinde farklı olsalar da, mücadele süreci içinde, geçici
olarak, birlikte hareket edip, kendi konumlarını güçlendirmeye
çalışırlar. Ancak, sınıf karakterlerini değiştirmedikleri sürece,
eninde sonunda ayrışmayı yaşarlar; çünkü aralarında sınıfsal
farklılıklar olan güçlerin tam olarak örtüşmesi mümkün
değildir. Kimi zaman da yaşam, birlikte hareket eden güçlerden
birinde değişim yaratır ve buna paralel olarak, değişime
uğrayan gücün yürüyüşü ve hedefi değişir. Bu değişim de
sonunda zorunlu olarak ayrışmayı gündeme getirir.
Dünyanın Avrupa özgülünde devrime gebe olduğu,
devrimin eşiğine geldiği bir ortamda, II. Enternasyonal
partileri, resmen büyük bir ihanetin içine girerek, devrime sırt
çevirdiklerinde, hemen hemen bütün partilerde, küçük devrimci
14
marksist gruplar kendi partilerinin yönetimlerine ve II.
Enternasyonalin önderliğine karşı tavır alıp, devrimci
mücadeleyi yürütme çabası içine girdiler.
Dünya devrim örgütü olan II.Enternasyonal’deki
ayrışma, Bolşevik partinin etkisiyle, uluslararası düzeyde,
Enternasyonal’e üye partiler arasında bir ayrışmayı, tek tek
ülkelerde ise, Almanya’daki Spartaküs hareketinde görüldüğü
gibi, parti içi ayrışmaları gündeme getirdi.
Bu, II. Enternasyonal partilerinin içindeki sınıf
mücadelesinin doğal ve bir o kadar da zorunlu sonucuydu. II.
Enternasyonalin resmi önderliği Enternasyonalin ruhuna aykırı
hareket ederek, alınan bütün kararları askıya almış, burjuva
iktidarlara yamanmaya çalışarak ihanet etmişti; bu ihanet
karşısında, Bolşevik Parti, II.Enternasyonal partilerine karşı
devrimci, ideolojik bir mücadele içine girerken, bu partilerdeki
küçük devrimci gruplar da, partilerinden ayrılarak, resmi
önderliğe karşı muhalefete geçtiler.
Bu dünya devrim tarihinde yaşanan bir trajediydi.
Gerçekten de burjuvazinin büyük handikaplara sahip olduğu
bir ortamda, dünya partisi durumundaki II.Enternasyonal’in
uluslararası düzeyde ayrışmaya uğramasının yanı sıra, her
ülkede de bir iç ayrışma yaşıyordu.
Şayet II.Enternasyonal’in resmi önderliği ve bu önderliğe
bağlı olan partiler devrimci tavır sahibi olsalardı, şüphesiz
dünya devrimine ulaşılırdı. Ancak, daha savaş patlak verir
vermez, söz konusu partiler gerçek kimliklerini ortaya koyarak,
burjuvazinin kuyruğuna takıldılar. Ve eğer böyle bir ayrışma
olmasaydı, ne olacaktı? Rusya’da devrim gerçekleşmeyeceği
gibi, diğer ülkelerde de burjuvazi istediği gibi at koşturacak ve
kendi hedeflerine rahatça ulaşmanın olanaklarına kavuşacaktı.
15
Bu ayrışma bir trajediydi ve tarihe sınıfsal değil de,
duygusal olarak yaklaşanlar, sınıfsal bakış açısını yitirenler,
yaşanan ayrışmayı kavrayamadıklarından, “aman
ayrılmayalım, birliğimizi koruyalım” şiarıyla hareket ederek,
sonunda cehenneme gitmek bile olsa, birlikte hareket edelim
mantığını izlediler. Burjuvaziye yamanmak, onun koltuk
değneği olmak, dünya proletaryası için elbette cehennemin
dibine gitmekti ve hiç bir proleter öncü, öncülük ettiği sınıfı
cehennemin dibine gönderme amacında olamazdı. Bunun için
de ayrılık kaçınılmazdı; kurtuluşa giden yol, burjuvazinin
kuyruğundan kopmak ve kapitalizm yolundan ayrılmaktı.
Nitekim, bu ayrışma dünya devrimine giden yolu açmasa
da, önemli bir alanda, Rusya’da devrime ulaşmanın garantisi
oldu.
Ayrılıklara karşı birlikleri savunmak doğrudur. Ancak,
bu ne olursa olsun, birlik anlamına gelemez; ve hiç bir zaman
böyle bir sonuç çıkarılamaz. Kiminle, nasıl ve neden birlik
soruları sorulmadan ve bu sorulara tutarlı cevaplar verilmeden,
ayrılıklara karşı, birlikler savunulamaz.
Ayrılıklar, kimi zaman oldukça basit gibi görünen
nedenler yüzünden çıkmaktadır, fakat bu basit gibi görünen
nedenler, içlerinde büyük ayrılık tohumlarını da barındırırlar.
Rus devrimcileri, tüm Rusya için bir komünist partisi yaratma
çabasıyla RSDİP’in II. Kongresini yaptıklarında, tam birliğin
sağlanacağı anda, büyük bir ayrılık yaşandı. Böylece ünlü
Bolşevik-Menşevik ayrışması ortaya çıktı. Parti üyeliği
konusunda çıkan tartışmanın ilk etapta basit bir kural tartışması
olduğu sanıldıysa da, tartışma sürecinde, sorunun basit bir
kural sorunu olmadığı, küçük burjuvazi ile proletaryanın
devrime yaklaşım sorunu olduğu ortaya çıktı. Çok geniş
16
katılımlı bir parti isteyen küçük burjuvazi, aslında bir gevezelik
kulübü istiyordu; proletarya ise, geniş tabanlı devrime öncülük
edecek, militan bir parti istiyordu. Sorun, devrim isteyip,
istememekte düğümleniyordu. Bolşevikleşme, lafazanlığa karşı
alınan devrimci tavır ve eylemle başladı.
Partimiz PKK’de yaşanan ayrışmayı, tarihi gerçeklerden
ve yaşanan süreçten bağımsız olarak ele almak ve dünya
komünist hareketindeki deneylerden soyut olarak çözümlemek
mümkün değildir. Ayrışmamızın temeli, hiç kuşkusuz, sınıfsal
olgulardır. Farklı ideolojik ve politik tavırlar arasındaki
mücadele böyle bir sonuç ortaya çıkarmıştır.
Her PKK’li kadronun rahatlıkla görebileceği ve yine her
devrimci-demokrat kişinin rahatlıkla değerlendirebileceği gibi,
ilk ortaya çıktığı dönemdeki PKK ile bugünkü PKK gerçeği
arasında nitel bir fark vardır. Bu faklılığın nedeni ise, PKK’nin
süreç içinde değişmesi ve dönüşüme uğramasıdır.
Özellikle 80’li yılların başında -hatta daha 79’da- parti
hareketimiz içinde önemli önderlik görevlerinde bulunan
Mazlum, Hayri ve Kemallerin ve bu önderlerimizle birlikte
PKK hareketini oluşturan kadroların büyük çoğunluğunun
düşmana tutsak düşmesi ve bir çok arkadaşın şehit olması,
partinin önderliğinin teorik düzeyini oldukça geriletirken,her
türlü feodal ve küçük burjuva anlayış ve pratiğin de parti içinde
yayılmasına imkan verdi.
İlk çekirdek olarak şekillenişinden 80’e kadar geçen çok
kısa süre içinde yükselen ve giderek bütün Kürdistan halkını
kucaklayan devrimci bir hareket durumuna gelen partimiz,
kadroların devrimci mücadeledeki tecrübesizliği ve önderlik
hattının yanlış ve savaştan kaçan yönlendirmeleri sonucunda
17
önemli kayıplara uğradığı bir ortamda, 12 Eylül Faşizmiyle
karşı karşıya geldi.
12 Eylül Faşizmi karşısında partimizin yaşadığı gerçek,
ülkede cezaevlerinde militanca devrimci direniş, yurt dışında
ise feodal kökenli küçük burjuva önderlik ile sömürgeci
yapıyla ilişkili küçük burjuva kesimler arasında tam bir kör
döğüşü oldu. Yurtsever, proleter kadrolar ise önderlik hattını
işgal eden bu kesimler arasındaki iç çekişme ve çatışmalar
arasında kalarak, yaşanan kaosa bir çözüm getirememenin ruh
haliyle hareket etmeye başladılar; kendilerini bu çatışmalardan
soyutlayarak, bir an önce ülkeye dönüp, savaşma ve düşmanla
hesaplaşma pratiği içine girdiler. Yurtsever, proleter devrimci
kadroların, savaş olsun da nasıl olursa olsun mantığını temel
almaları, parti politikasının ve örgütün tamamen feodal küçük
burjuva ve liberal küçük burjuva kesimlerin eline
terkedilmesine yolaçtı.
Partideki bu çekişmeden güçlü çıkan, Apo’nun şahsında
temsilini bulan feodal küçük burjuva despotizm oldu. Gerçekte,
partililik diye bir derdi kalmayan liberal küçük burjuva
kesimler, açık reformist bir dönüşümü gündeme getirerek,
önderlik hattını ele geçirmek istediler; mücadeleden kaçmakta
liberal küçük burjuvaziden hiç bir farkı olmayan, kopuşmaya
kadar onlarla birlikte hareket eden ve kişisel nüfuzuyla onları
etkili görevlere getiren Apo ise, partideki egemenliğini
korumak, savaşma arzusuyla dolu olan kadro yapısının
desteğini almak ve onlara dayanmak için sahtekarca savaş
borazanlığı yaptı. Kendisini parti içindeki siyasal entrikalardan
ve çekişmelerden alabildiğine uzak tutan savaşçı yapı Apo’yu
destekleyince, liberal küçük burjuvazinin ortaklığından
kurtulan Apo, partiye tamamen egemen olmanın olanaklarına
da kavuşmuş oldu.
18
Özellikle III. Kongrede Bizans entrikalarını aratmayacak
cinsten oyunlarla, önderlik hattındaki bütün kadroları birbirine
kırdıran ve ‘suçlu bir pratik’ edebiyatıyla önderlik hattını
tümden suçlu ilan eden Apo, bu kez de gerçekten savaşın en
ağır yükünü omuzlayan kadroları kendine yedeklemeyi
hedefledi. Büyük bir tasfiyeyi gerçekleştirerek, partide tek ses
ve tek güç durumuna geldi. Dünya komünist hareketinde hiç
bir yerde görülmedik biçimde, bir partinin genel sekreteri,
kendisi dışında, tüm merkezi suçlu ilan ediyordu. Ülkeye
adımını bile atmayan Apo, savaşı yöneten önderlik hattının suç
ve hatalarından kendisi bağımsızmış ve bunların ortağı
değilmiş gibi, yaşanan olumsuzlukların faturasını, savaş
alanındaki önderliğe yükleyip, savaşçı kadroların desteğini
almaya çalıştı. Kongreden başka her şeye benzeyen ve
tamamen talimatlar, tutuklamalar ve zor yoluyla alınan
özeleştiriler biçiminde gerçekleşen III. Kongre süreci,
PKK’nin, kelimenin tam anlamıyla, şeyh-mürid kurumuna
dönüştüğü bir süreç oldu..
Apo’nun PKK’yi tam bir feodal despotizmle idare
etmeye başladığı ve kendi görüşlerini uygulamasının önünde
hiç bir engelin kalmadığı III. Kongre sonrası süreç, savaş
pratiğinde de açığa çıktığı gibi, tam bir feodal savaş ağalığı
sürecidir.
Partinin III. Kongresini izleyen bir kaç yıl içinde 50.000
kişilik peşmerge gücüne ulaşılması ve Botan’ın kurtarılması
hedeflendi. Bu güce ulaşmak için de zorunlu askerlik yasası
çıkarıldı. Özcesi, IV. Kongremiz kurtarılmış bölgede yapılacak
ve tüm Kuzey’in kurtuluşunun eşiğine varmış olacaktık.
Bu kararlar alındığında, tüm ülkede çalışma yürüten
toplam kadro ve savaşçı sayısı 50’nin üstünde değildi. III.
Kongrede merkezi tasfiye etmek için büyük bir savaş edebiyatı
19
yapan Apo, yeni dönem için parti yapısının önüne koyduğu
görevlerle, partiyi aşırı bir yüklenme içine soktu.
Apo’nun planlamaları doğrultusunda harekete geçilince,
kısa sürede büyük biskoyla karşılaşıldı. Doğanın mantığı gereği
yanlış yanlışı doğurur. İçine girilen uygulamalarla, onbinlerce
peşmerge gücüne değil, onbinlerce karşı-devrimci çete gücüne
ulaşıldı. Geçmişte çok daha az gücü olmasına rağmen Botan’ın
her tarafında rahat hareket etme imkanı bulan gerillamız, bu
dönemde, nispeten büyüdüğü halde –ki bu büyüme Apo’nun
dayattığı rakamın onda biri bile değildir- daha dar alanlara
sıkıştı kaldı. Bütün bunlara ek olarak, halkın bağrında kanla
açılan korkunç tahribatlara da neden olduk.
Her zaman olduğu gibi bu kez de, pratikte yaşanan
fiyaskonun sorumlusu, Apo’nun gözünde, savaş içinde yer
alan kadro yapısıydı. Apo, hiç de ustaca olmayan ve oldukça
yavan kaçan bahanelere sarıldı. Çeteciliği yerle bir edeceğiz
derken, köy baskınlarına yeşil ışık yaktı; kendisinin teşvik
ettiği bu eylemler olumsuz sonuç verince de “biz böyle mi
söyledik” demeye başladı. Bizzat kendisi, zorunlu askerlik
yasasını israrla savunup, pratikte uygulanmasını sağladığı
halde, daha sonra “siz askerlik kanununu yanlış uyguladınız”
edebiyatına sarıldı.
III. Kongrede kurtarılmış bölge oluşturmayı karara
bağlatarak, yapıya dayatan Apo, bu karara göre konumlanmaya
başlayan, ama mevcut güç ve kapasitesiyle üstünden gelmesi
mümkün olmayan bir görev üstlenen savaşçı yapıyı “siz
kurtarılmış bölge şiarını yanlış anladınız” diyerek yerden yere
vurmaya ve abuk sabuk kurtarılmış bölge teorileri üretmeye
başladı.
20
Apo, kendi haklılığını ispatlamak için de, tıpkı III.
Kongrede olduğu gibi -hatta ondan da ileri bir düzeydekadroları
sahte özeleştiriler yapmaya zorladı. Sahte
özeleştirilerle kendilerini yerden yere vuran kadrolar, partiden
kopmamanın bir gereği olarak, Apo’yu yüceltme tavrını
benimsediler. Ancak kendi dediklerine kendileri de
inanmadıklarından, pratikte yine kendi bildiklerini
uygulamaktan başka bir şey yapmadılar. Zaten bundan başka
bir şey de yapamazlardı. Ordusuna anlaşılmaz hedefler
gösteren Apo, savaş alanına adımını atmaktan korkan bütün
ödlek generaller gibi, kadrolara ve savaşçılara küfürler
yağdırmaya devam etti.
Başını Hakilerin çektiği, Mazlumların, Hayrilerin,
Kemallerin ve Agitlerin manevi önderliğini yaptığı yüzlerce
şehidimizin kanıyla yükselen PKK hareketine, Apo’nun
uygulamaya koyulan anlayışı, direkt yönlendirme ve talimatları
sonucu, yalnızca 87 yılı içinde, yüzü aşkın kadın ve çocuğun
kanı sıçratıldı. Sömürgeci Türk jandarmasının dipçik ve kurşun
zoruna dayanan zorunlu askerlik uygulamasına benzer bir
pratiğin içine girilerek, daha sonra bir fırsatını bulup kaçacak
olan yüzlerce çocuk yaşta insan kaçırıldı ve askere alındı;
savaştan kaçanların ailelerine baskı yapılarak, onlarca aşiret ve
binlerce Kürt köylüsü parti karşıtı tavırlara sürüklendi. Partinin
zorundan kaçanlar, kendilerini halkımızın baş düşmanı TC’nin
kucağına atarak çeteciliği güçlendiren kaynak durumuna
geldiler.
Bu pratik, yani zorunlu askerlik uygulaması tutmayıp, sol
ve demokratik kamuoyunun tepkisini üzerine çekince, Apo, bu
kez de parti içinde yeni bir suçlu edebiyatı başlatarak, daha
düne kadar övgü düzdüğü kadroları hedefledi ve tüm suçu bu
kadrolara yükledi. Türk burjuva basınına, bazı ilerici yayınlara
ve demokrat kişilere bu pratikle hiç bir ilgisinin olmadığını ve
21
bu pratiğe karşı olduğunu açıklayan Apo, büyük bir utanmazlık
ve iki yüzlülükle, kendi kadrolarını savaş suçlusu ilan etti; kimi
zamanda, tam bir köylü kurnazlığıyla bu olguyu bütünüyle
inkar yoluna giderek, tutarsızlık içine giriyordu. Bu tavır,
geçici bir süre için de olsa, Apo’nun yanılgıya uğrayan bazı
demokrat ve aydınların desteğini kazanmasını ve dolaylı olarak
onları da kendine suç ortağı yapmasını sağladı.
Yaptığı planlamalar ve gösterdiği hedeflerle savaşı tam
bir çıkmaza sokan Apo, başarısızlığın nedenini yine kendi
dışında aradı, fakat bu kez dayanacak bir kesim
bulamadığından tüm parti kadrolarını suçlu ilan etti ve
eleştirmeye başladı. Parti içinde, kadroları teker teker suçlu
konumuna düşürüp, onlarda tam bir kişilik erozyonu yaratarak,
uydulaştırmayı kendi önderliğinin yegane teminatı haline
getirdi.
Yapılan eleştirilerde, istisnasız bütün parti kadroları,
objektif olarak düşmana hizmet eden ya da düşmanın uzantısı
olan kişiler olarak değerlendirildiler; tek kaygısı partiyle
birlikte yürümek ve parti dışı kalmamak olan kadrolar da,
yaptıkları sözde özeleştirilerle, kendilerinin küçük burjuva,
feodal ve objektif olarak düşmana hizmet eden kişiler
olduklarını kabul edip, adı parti yargısı olan Apo yargısına
boyun eğdiler.
Parti içinde kadroları böl ve yönet taktiğini esas alan Apo
önderliği, hiç bir kadronun başka bir kadroya güvenini
bırakmadı ve güvenilecek tek kişi olarak kendisini öne sürdü.
Bu tavır, partiyi her geçen gün özünden boşaltırken, devrimci
kadro tipini de tükeniş noktasına getiriyor ve Apo’yu partinin
tartışılmaz tek yargıcı konumuna yükseltiyordu.
22
Eleştiri-özeleştiri süreçleri adı altında gerçekleştirilen
kişiliksizleştirme süreçlerinden geçen kadro yapısı, kendine
saygıyı ve güveni önemli oranda yitirdi; savaşa da inançsızca
ve/veya intiharvari bir tavırla yaklaşmaya başladı. Bu durum,
bir çok kadronun mücadeleyi askıya almasına yolaçarken, bazı
değerli kadrolarımızın da intiharvari eylemlere itilerek
ölümüne neden oldu.
Partimizi gerçek bir güç haline getiren, kanla yoğrulmuş
yoldaşlık bağları, Apo’nun despotik idaresi altında tamamen
yok edildi. Bugün, her parti kadromuz, geçmiş günlerin
yoldaşlık bağlarını yadederek yaşamakta ve bugünkü ilişki
tarzı ve karşılıklı yaklaşıma lanet etmektedir. Lanet edilen şey,
kadrolar arasındaki karşılıklı güvensizliktir. Ve eğer bir partiye
güvensizlik egemen olmuşsa, hiç şüphesiz, o partinin önderliği
de gıdasını bu güvensizlikten alan bir kurumdan başka bir şey
olamaz. Diğer bir deyişle, PKK’nin bugünkü resmi önderliği,
insanlar arasındaki ilişkileri zehirleyen güvensizlikle
beslenerek varlığını sürdürmektedir. Bu durum, ancak faşist
önderliklerin toplumda yarattıkları güvensizlik ve ihbar
süreçleriyle karşılaştırılabilir. Faşist diktatörlüklerin yegane
yönetim kabiliyetinin, toplumların özünün boşaltılması ve
kendine güveninin yitirilmesinden kaynaklandığı bilinen bir
şeydir.
Partimiz PKK, kadrolarının 80 öncesi birikimi ve sürekli
olarak yükselen teorik düzeyiyle gerçek bir partileşme yönünde
gelişirken, 80’li yılların başında uğradığı kayıplar yüzünden,
tersi bir sürecin içine girdi. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız
nedenlerden dolayı da, özellikle 80’li yılların ikinci yarısından
itibaren bir parti hareketi olmaktan çıkıp, despotik bir aşiret
ilişkisine dönüştü. Apo’nun şahsında partiye yansıyan feodal
toplum yapısı, bir virüs gibi, hem parti kültürümüzü ve
23
ahlakını, hem de tek tek parti kadrolarını tükeniş noktasına
getirdi.
Bugün Apo’nun önderliği altındaki PKK’de tek bir parti
kurumu bile yoktur. Parti tüzüğü, parti komiteleri diye bir
olguya kesinlikle rastlanmaz. Ortada bir parti tüzüğü olmadığı
için de tek karar mekanizması Apo’dur. III. Kongreden bu
yana, en azından 3-4 Merkez Komitesi değiştirilmiş ve
bunların hiç biri de demokratik bir seçimle gelmemiştir;
tamamen Apo’nun tasarrufuyla atanmışlar ve görevden
alınmışlardır. Öyle ki, bir çok kez, Akademi’den (Lübnan’dan)
Merkez Komitesi üyesi ve hatta koordinatör olarak pratik
sahaya gönderilen kadrolar, daha göreve başlamadan veya
henüz yeni başlamışken, ardından gelen bir başka talimatla ve
hiç bir gerekçe gösterilmeden görevden alınmışlardır. III. ve
IV. Kongreler arasında on Merkez Komitesi üyesi
soruşurmaya alınmıştır; bunlardan ikisi idam cezasına
çarptırılmışlardır. İdam cezasına çarptırılanlardan biri Irak
Hükümetine, öteki ise İsveç Hükümetine sığınmıştır.
Soruşturmaya alınanlardan beşi parti üyeliğinden çıkarılmış,
biri de sıradan parti üyeliğine düşürülmüştür. Geriye kalan
Merkez Komitesi üyeleri ise ya ‘özeleştiri süreci’ ya da
‘uygulama süreci’ olarak adlandırılan dönemler içinde
tutuklanmış, baskı görmüş ve özeleştiri vermek zorunda
bırakılmışlardır. Bu süreçlerden kurtulan sadece ve sadece iki
kişi vardır: bunlardan biri Apo’nun kardeşidir, öteki ise
Apo’nun bugünkü Avrupa sorumlusudur. Her iki şahıs da
bugüne kadar pratik sahaya adımlarını atmamışlardır ve salt
Apo’nun uydusu oldukları, onun talimatlarını uyguladıkları
için Merkez Yürütmeye yükselerek, ipleri sağlam kazığa
bağlamanın aracı olmuşlardır. Parti içinde hiç bir zaman
Apo’nun eleştirisine uğramamış olan bu iki şahıs, bırakalım
eleştiriyi, şişirme bir övgüyle, partinin polis şefleri durumuna
getirilmişlerdir.
24
Eğer bir parti merkez komitesi, sadece dört yıl içinde
böyle bir uygulamaya uğruyorsa, orada hangi partililikten söz
edilebilir? Dünya devrim tarihinde böyle bir örneğe rastlamak
mümkün olsaydı, durum biraz olsun anlayışla karşılanabilirdi.
Buna rağmen Apo, bir kez daha durumu açıklamanın bir
yolunu buldu ve “hepiniz suçlusunuz, idamlıksınız, ama biz
yine de af ediyoruz” diyerek kadrolara hakaret etti. Hakaret
edilen, baskı altında tutulan ve kişiliksizleştirilmeye çalışılan
kadrolar, bugüne kadar savaşın tüm yükünü omuzlayan, kanını
döken, şehit düşen kadrolardır. Apo ve çevresindeki iki, üç
uşak kişilikli adam ise, bugüne kadar ülkeye ve savaşa
adımlarını dahi atmadıkları halde, “savaşamıyor, savaşı
beceremiyorsunuz” edebiyatıyla, komutanları ve savaşçıları
suçlamaya kalkmaktadırlar.
Apo’nun kadroları kendisine bağlı tutmasının tek yolu,
onları beceriksiz ve güvenilmez kişiler olarak lanse etmesidir.
Her nedense, bir türlü becerilemeyen ve başarıyla
yürütülemeyen savaşı yürütme işini üstüne almayan Apo,
“benim ülkeye gelmem provokasyon olur, çünkü düşman bana
ulaşmak için bütün gücünü üstümüze yollar ve eziliriz”
bahanesini öne sürerek, devrim kaçkınlığına kılıf
hazırlamaktadır. Yeri geldiğinde kadroları suçlamak için, “siz
Kürdistan dağlarının kıymetini bilmiyorsunuz, bu dağları
kullanmasını bilseniz, yenemeyeceğiniz ordu yoktur” diyen bu
savaş kaçkını, her nedense Kürdistan dağlarının kendisini
koruyacağına inanmamaktadır.
Yaşanan gerçek nedir? TC’nin bugüne kadar Apo’yu yok
etmeye yönelik tek bir saldırısı bile yokken, ülkedeki
gerillamız, her yıl kendisini yok etmeyi amaçlayan yeni bir
ordu saldırısıyla karşı karşıya kalmaktadır.
25
89’da Serxwebun gazetesinde çarşaf çarşaf yayınlanan
bir ajan saldırısı senaryosu uyduruldu. Partinin başına
çöreklenen bu savaş kaçkını, salt “TC bana böyle yöneliyor,
beni vurmak için her türlü girişimi uyguluyor” imajını
yaratmak için, oniki kadro adayını öldürttü. Hepsi de
mücadeleye katılmak için gelen bu devrimci arkadaşlarımız,
TC polisinin dahi uygulamadığı işkence yöntemleriyle ve Esat
Oktayvari itiraflarla ajan olduklarını söylemeye zorlandılar ve
kurşuna dizildiler. Yine aynı durumda olan onun üzerinde
devrimci kadro adayı, parti içinde yapılan devrimci bir
müdahaleyle ölümden kurtarıldı; bunlardan bazıları daha sonra
şehit düştü; bazıları da şu anda düşmana karşı savaşmaktadır.
Apo, yapılan eleştiriler karşısında, sözde ne kadar
demokrat olduğunu göstermek için, parti kadrolarına
“isterseniz hizip kurun ve benimle öyle mücadele edin”
demektedir; fakat öte yandan da, kendisinin verdiği talimatlara
en ufak bir eleştiri yöneltildi veya bu talimatların
benimsenmediği hissettirildimi, böyle bir tutum içine girenleri,
komplocu, provokatör ya da parti üzerinde hesapları olan
kişiler olarak ilan edip ve sonunda da işkence ve fiziksel
olarak yok etme de dahil her türlü yöntemi uygulayarak tasfiye
etmektedir. Öyle ki, her hangi bir bildiride veya raporda
“Yaşasın Başkan Apo!” sloganını atmamak veya “Parti
Önderliğine söz veriyorum” dememek, parti içinde soruşturma
gerekçesi olmaktadır.
Partiyi kendi babasının tekkesi gibi yöneten savaş kaçkını
önder bozuntusu, partili arkadaşları da kendi mülkü gibi
görmekte ve öyle kullanmaktadır. Bugün partimizin tepesine
çöreklenen bu despot yüzünden partimizde tam bir ahlaksal
yozlaşma ve çürüme yaşanmaktadır. “Her şeyinizle önderliğe
bağlanacaksınız ve önderliği uygulayacaksınız”, “Tüm sevgiler
bende birleşmeli, bende (önderlikte) birleşmeyen hiç bir
26
sevginin pratik anlamı yoktur. Yurt sevgisi, parti sevgisi,
yoldaşlık sevgisi, önderlik sevgisinde anlam bulur” diyen Apo,
onlarca bayan yoldaşımızı kendisiyle ahlaksız ilişkilere
zorlamış, bir çoğunu düşürmüş, düşüremediklerini de, “partiyi
kavramamış, bizi kavramamış” kişiler olarak niteleyerek,
üzerlerinde ağır baskılar uygulamış, bazılarını da ajan
olduklarını öne sürerek katlettirmiştir. Bu durumda olan bayan
arkadaşlarımızdan bazıları hala tutuklu bulunmakta ve işkence
altında, ajanlık senaryosuna yarayacak itiraflar yapmaya
zorlanmaktadırlar.
Apo, kendisine olumlu yanıt vermeyenleri, yukarıda
anlattığımız şekilde, Dehakvari yöntemlerle ezerken, böyle
onursuz bir ilişki içine girmeyi kabul edenleri ise, kadrolar
arasında birer muhbir gibi çalıştırarak, muhbirlik ağını
geliştirmekte, bazılarını da en üst düzeyde görevlere atayarak
ödüllendirmektedir. Parti içindeki kadın-erkek ilişkileri,
Apo’nun sarayında haremlik-selamlık ilişkilerine dönüşmüş ve
bir çok bayan arkadaşımıza, bu kişi tarafından cariye gibi
davranılmıştır.
Partinin bu şekilde dönüşüme uğramasının bilimsel
olarak açıklanması, Apo yönetiminin sınıfsal karakterini ortaya
çıkaracaktır: bu da feodal komploculuktur. Büyümek isteyen
feodalin her yolu mübah gören makyavelizmi, bu şekilde
partiyi özünden boşaltırken, partinin dışa dönük siyasetini de
içerikten yoksun bırakmaktadır.
Nitekim, bu savaş kaçkını önderlik, partimizin ulusal
politikasını da tamamen tasfiye etmiş bulunmaktadır. 12 yıldır
ülkeye adımını bile atmayan sahtekar önderlik, yurt dışında,
şehitlerin kanı ve Kürdistan halkının emeğinin ürünü olan
milyarlarca liralık servet birikimini elinde toplayarak, tam bir
27
feodal-burjuva gibi palazlanırken, öte yandan da ulusumuzu
emperyalizme ve TC’ye pazarlamaya başlamıştır.
Ağzı her açıldığında KDP’yi TC ile ilişkilerinden dolayı
eleştiren Apo, sömürgecilerin ülkemizi böl-parçala-birbirine
kırdır politikasını en kötü şekilde uygulamanın
şampiyonluğunu yapmaktadır. 90’da başlayan ve Kuveyt’in
işgaliyle doruğuna ulaşan Irak-PKK ilişkilerinde, Apo’nun
Saddam’a verdiği güvence, PKK’nin bulunduğu alanlara hiç
bir Güney Kürdistanlı gücü sokmayacağı biçimindeydi. Bunun
karşılığında da PKK Irak-Türkiye sınırını kullanacak ve biraz
da silah yardımı alacaktı. Nitekim, bunun bir gereği olarak,
91’in Ocağında, Irak tarafından partiye 9 silah ve 30.000 Dinar
para verilmiştir. Bu ilişkilerin ve alış-verşin bedeli ne oldu?
Kürdistan halkı, bizzat Apo’nun talimatları ve yönlendirmeleri
nedeniyle,91’in kış ve bahar aylarında büyük bir ihanete daha
uğradı. Irak ve ABD’nin başını çektiği emperyalist savaşın
hemen ertesinde, bütün Güney Kürdistanlı halk kitleleri
ayaklanarak, şehirleri birer birer ele geçirip, düşürürken,
Saddam yönetimiyle taktik ilişki yürütüyoruz adı altında,
Irak’ın gizli servisiyle aleni ilişkiler sürdürüldü.
Ayaklanmaların başladığı anda, Irak Kürdistanı’nda 2000
civarında silahlı gerillamız vardı ve bölgede bizden başka
silahlı güç yoktu. Buna rağmen, “bu ayaklanmalar
bastırılacak, yönetimle aramızı bozmayalım, duruma müdahale
etmeyelim” talimatlarıyla, Güney Kürdistanlı halk kitleleri
öncüsüz ve savunmasız bırakıldı. Gerçekten de tarihimizde ve
özellikle de 20. yüzyılın hiç bir döneminde kurtuluş olanakları
bu denli oluşmamıştı. Bu olanaklar kullanılmadığı gibi,
takınılan tavır nedeniyle de partimiz, Güney Kürdistan’daki
halk kitlemizin öfkesini ve antipatisini topladı.
Ağzı her açıldığında ilkel milliyetçi ve feodal küçük
burjuva güçleri ülkeyi satmakla ve savaştan kaçmakla suçlama
28
sevdalısı olan Apo’nun, 91’in başlarında, güneydeki kurtuluş
olanaklarını nasıl tepelediği ve kaça sattığı tüm halkımız
tarafından merak edildiği gibi, devrimciler, yurtseverler ve
bütün parti kadroları ve savaşçılar tarafından da anlaşılmayan
ve anlaşılmadığı içinde rahatsızlık duyulan bir konudur.
Nitekim ayaklanmalar bastırılıp da büyük göç başlayınca,
bazı parti kadrolarımız “ne olursa olsun duruma müdahale
edeceğiz” diyerek, tamamen yurtsever ve devrimci kaygılarla
harekete geçip, savaşçı yapıyla birlikte, halkımızın peşine
düşen Saddam güçlerine karşı savaşmaya başladılar; Zaho
mıntıkasında bir taburu savaş dışı bıraktılar, onlarca askeri
ölümle cezalandırıp, bir çok araç ve gerece de el koydular.
Daha büyük eylemler ve saldırılara hazırlanan güçlerimiz,
Apo’nun telsizle gönderdiği talimatla durduruldu. “Irak
yönetimiyle eski taktik ilişkilerin yolları aransın ve askeri
tavrımız durdurulsun” talimatından sonra, partimiz yeniden
“taktik ilişkiye” zorlandı.
Kendi gücümüzle ve giderek halkı da içine alacak olan
savaşçı tavrımızla, bir çok alanda denetimi ele
geçirebileceğimiz halde, halkımız emperyalistlerin sahte
kurtarıcılığına emanet edildi ve başta ABD olmak üzere, tüm
emperyalist güçler halkın umudu haline getirildi.
Oysa partimizin, 90’ın 12. ayının son on günü içinde ve
savaş ortamında yapılan IV. Kongresinin aldığı kararların “Acil
Hedefler” bölümünde, Güney Kürdistan’da uygun koşullar
doğarsa, bağımsızlık ilan edilecek, hükümet kurulacak ve
bunun sağlanması için gerilla ve cephe düzeyinde gerekli
hazırlıklar yapılacak, deniliyordu. Daha IV. Kongremizin
aldığı kararların mürekkebi bile kurumadan, bu kararlar yok
sayıldı ve tam bir ihanet politikasıyla, yukardaki tavır
geliştirildi.
29
Ulusal bağımsızlık politikamız, uzun süreden beri
PKK’deki Apo önderliği tarafından tamamen tasfiye edilmiş
durumdadır. Yaşanan gerçek, bağımsızlık ve devrim
hedefimizin, artık sadece edebiyatının yapıldığıdır.
Ulusal mücadeleye katılan Kürt feodalinin tavrı, kendi
gücüne güvenmemek ve mutlaka bir dış güce dayanmaktır; bu
da olmazsa, kendini egemen güce pazarlamaktır. Sözde
yıllardır partimizin bağımsızlık savaşını halkımızın
bağımsızlığını ipotek altına almış olan güçlerin kucağında
yürüten ve bu güçlerin talimat ve yönlendirmeleriyle hareket
eden Apo, özellikle 80’li yılların ikinci yarısından itibaren,
değişen uluslararası siyasetle birlikte kontrolü altında
bulunduğu güçlerin de değişime uğraması sonucunda, kendi
sınıf karakterini daha açık bir biçimde ortaya koymaya başladı.
Sovyetlerden beklenen ve bir türlü gelmeyen destek
umudu tümden yitirilince, daha düne kadar Gorbaçov
önderliğine karşı olumsuz bir tek söz bile söylememek için
kendini zorlayan önderlik, bir anda Sovyetleri emperyalist bir
ülke olarak ilan etti ve bunun uzun bir geçmişe dayandığını
söylemeye çalıştı. Geçmişe yaklaşımın özeleştirisi yapılmadan
ve parti kurullarında tartışılmadan -doğru ya da yanlış
olmasının önemi yok- bir günde Sovyetlerin emperyalist ilan
edilmesi, önderliğin ne kadar tutarsız bir tavır içinde olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Hiç kuşkusuz, bu ne ideolojik, ne
de politik yaklaşımla açıklanabilir. Sorunun özü, politikadaki
pragmatizmdir, ilkesizliktir.
Apo, M. Ali Birand’la yapılan son görüşmede aynen
şunu söylüyor: “Ben ABD’nin her şeyine karşı değilim;
ABD’nin TC’nin özel savaşını desteklemesine karşıyım”.
Özcesi, M. Ali Birand’la ABD’ye ulaştırılmak istenen mesaj,
30
“Kürt sorununa önereceğiniz ve öteden beri TC’ye dayattığınız
özerklik çözümüne hazırım, savaş diye bir derdim yok”
mesajıdır. M. Ali Birand ile Özal’a ulaştırılan mesaj ise şudur:
“Özal cesur olsun, O bir adım atsın, biz iki adım atarız”. Özal,
hangi noktada cesur olacak? Bağımsız bir Kürdistan adımını mı
atacak? Karşılığında sen iki adım atarak ne vereceksin? Özal’ın
böyle bir adım atmayacağı açıkken ve ancak reformist bir
çözüm için adım atabilecek durumdayken, senin atacağın iki
adım nedir? Bütün bunlar, M. Ali Birand ile Apo arasındaki
sırlardır. Öyle ki, hiç bir partilinin bu görüşmede hazır
bulunmasına izin verilmemiş, MY üyesi arkadaşımız bile dışarı
çıkarılmıştır.
Siyasi yorumlarında belli bir olgunluğa ulaşan
gazetecilerin bile bir kısmı, Apo’nun son basın
açıklamalarındaki yaklaşımını yüzeysel değerlendirdiler ve onu
“ne yaptığını bilmeyen biri “ olarak nitelediler. Aslında ,
Apo’nun yaşadığı sıkıntı, reformist çözümleri parti yapısına
nasıl kabul ettirebileceğidir. Yoksa Apo’nun hedefinde bir
belirsizlik yoktur, belirsizlik, böyle bir çözüm karşısında, parti
içinde çıkması muhtemel bir direnişi nasıl kırabileceği ve
etkisizleştirebileceği noktasındadır.
Özal Hanedanlığı TC’yi, emperyalistlerin Kürt
formülüne hazırlarken, bazı özel elçilerle Apo’ya da mesaj
ulaştırmış bulunmaktadır. Özal’la büyük ölçüde gizli bir
anlaşmaya varmış olan Apo ise, partiyi buna hazırlamak için
yoğun bir çaba içine girmiş bulunmaktadır. Apo’nun PKK’yi
reformist bir çözüme yanaştırma planı iki aşamalı bir taktiğe
dayanıyor: Önce gerçekten dürüst ve savaşı yürütebilecek
kadrolar tasfiye edilecek ve böylece savaşımız bir çıkmaza
sokulacak, ardından da “ben ne yapayım, savaşı yürütemiyor,
götüremiyorsunuz” denilerek özerklik planına yatılacaktır.
31
Dürüst devrimci kadroların tasfiyesi, zaten öteden beri,
her türlü yöntem uygulanarak sürdürülmektedir ve 91’in
başından bu yana da büyük bir hız kazanmıştır. Bazı kadrolar
görevlerinden alınarak, daha alt düzeylerdeki görevlere
düşürülmüş, bazıları hakkında soruşturma açılmış, bazıları
tutuklanmış, bazıları hakkında ise ölüm cezası kararı alınmıştır
ve bu kararların uygulanması aşamasına gelinmiştir.
Bunlar Apo’nun PKK’yi tamamen bitirme planının
parçaları olarak gündeme gelmekte ve keskin bir savaş
edebiyatının arkasında gizlenmektedirler. Savaşa bu kadar
sevdalı olan bir generalin, bir komutanın, neden ordularının
başına geçmediği, neden savaş alanına gitmediği sorusu ise hep
askıda kalıyor tabii. Eğer bunca insan bu savaşı yürütemiyorsa,
halkın bir an önce kurtuluşa ulaşması için, en beceriklimiz olan
sen neden silahını kuşanmıyor ve binleri aşan şehidimize analık
eden dağlarımıza gelmiyorsun?
Gelmek istemiyor, çünkü bireysel yaşamını örgütlemiştir.
Gelmek istese de gelemiyor, çünkü sahibi onun boynundaki ipi
sağlam kazığa bağlamıştır. Apo’nun boynundaki ip vasıtasıyla
kazığa bağlanan, savaşımızdır, politikamızdır, ideolojimizdir,
örgütümüzdür. Partimiz PKK’de yaşanan böyle acı bir gerçekle
karşı karşıyayız.
Apo’nun önderliğindeki PKK’de öteki devrimci
yurtsever örgütlere yaklaşımda da büyük bir yozlaşma vardır
ve gıdasını iki yüzlülükten, güvensizlikten alan bir örgütler
arası politika yürütülmektedir. Apo’ya göre PKK dışındaki
bütün örgütler, şu ya da bu oranda emperyalizm veya TC ile
ilişkilidir. Ve hepsi de PKK’yi ve Apo’yu tasfiye etme
esasından hareket etmektedirler.
32
Devrimci ve demokrat güçlerle ilişkilerde ideolojik
mücadele ve politik dostluk ilkesinden kesinlikle habersiz olan
ve buna zerre kadar önem vermeyen Apo önderliğinin tek
hareket noktasını ‘ajan olup olmama’ oluşturmaktadır. Bu
tavır, PKK’nin öteki sol güçlerle ideolojik düzeydeki
mücadelesini sıfıra indirirken, politik ilişkiyi de yaranma ve
kuyrukçuluk düzeyine düşürmüştür.
Örneğin, Devrimci Birlik Platformu adı altında dört
siyasi güçle kurulan ilişkinin Apo için pratik anlamı, bu
platformu bir vitrin olarak kullanmak, bu platformda yer alan
sol, devrimci güçleri kendine bağlamak ve PKK’nin bir
propaganda aracı haline getirmektir. Sahibi Apo’yu nasıl
bağlamışsa, hangi yöntemlerle avucuna almışsa, Apo’nun da
izlediği yol budur.
Özellikle 88’den sonra bazı Türk demokrat ve aydın
çevreleri ve kişilerle geliştirilen ilişkiler vardır. Bunlar çok
ilginç ilişkilerdir. PKK’yi tanımak ve ilişkiye geçmek isteğinde
olan bir çok dürüst, demokrat kişi ve grup, öyle bir yaklaşımla
ele alınmıştır ki, kelimenin tam anlamıyla kullanılmışlardır.
Parti kadrolarının döktüğü şehit kanı ve emeğinin ürünü
olan mücadelesi PKK’yi gündemleştirirken, PKK gerçeğini
yakından tanımak ve tavırlarını gözden geçirmek niyetinde
olan ve bu niyetle ziyaretlerde bulunan bir çok demokrat-aydın,
Apo’yla temas ettiklerinde, Apo bunlara yalnızca kendi
kişiliğinin propagandasını yapmış ve yapılan bir çok feodal
komplocu eylem nedeniyle yıpranmış olan imajını düzeltme
çabası içine girmiştir. Özellikle, sol kamuoyunda tanınan bazı
kişilerin -açık ya da gizli- desteğini alarak, görüntüyü
kurtarmayı esas almıştır. Nitekim, bunların gayet samimi ve
dürüst yaklaşım sahibi olan bir bölümü, Apo’nun feodal
komplocu çizgisinin yalanlarla örülü propagandasının aracı
33
haline gelmişlerdir. PKK’yi Kürdistan halkıyla karşı karşıya
getiren kontravari eylemlerin bir kısmını inkar yolunu seçen ve
bunların PKK tarafından yapılmadığını iddia eden Apo, bu
kişileri de yalanlarına ortak etmiştir.
Kontrgerillanın “yap-sahip çıkma-düşmana yık”
mantığının aynısını uygulatan Apo, bir yandan söz konusu
pratiği besleyen talimat ve yönlendirmeleri geliştirirken, öte
yandan da gelen tepkiler karşısında “PKK’nin bu olaylarla
ilişkisi yoktur, bunları TC yapıyor” yalanlarını yaymaktadır.
PKK’yi ulusal kurtuluşçu bir gerilla hareketi olarak gören ve
bu nitelikteki bir hareketin böyle eylemler yapmayacağını bilen
demokrat ve aydın kişiler de “bu eylemler PKK’nin değildir”
diyerek, dolaylı olarak Apo’nun gerçeklerin üstünü örtme
çabasının aracı haline gelmektedirler.
Gerçekten de, bu tür eylemlerin, PKK’nin çıkışı, gelişme
ruhu ve gerçek çizgisiyle hiç bir ilişkisi yoktur. Tepedeki
feodal-komplocu, despot kişiliğin partiyi ve savaşı yönetme ve
yönlendirme tarz ve anlayışının bir sonucudurlar. Haklı bir
savaşın yalan ve sahtekarlıklarla yürütülemeyeceği, bunun
proletaryanın haklı savaş anlayışıyla bir ilişkisinin olmadığı,
olsa olsa, toplumdaki sömürücü kesimlerin çapulcu, talancı
karakteriyle açıklanabileceği herkes tarafından bilinen bir
gerçektir.
Nitekim, “biz yapmadık, TC yaptı” denilen eylemlerin
büyük bir kısmı IV. Kongremizde mahkum edildi ve bunlara
neden olan anlayışların eleştirilmesine ve sorumluları hakkında
soruşturma açılmasına karar verildi.
Görüştüğü her gruba ya da kişiye partiyi şikayet eden ve
kadroları yağcı, boyun eğen ve baskıcı kişiler, kendisini ise,
bulunmaz bir önder ve demokrat bir kişi olarak tanıtan Apo,
34
öteki örgütlerle kendi arasında kişisel bir bağ kurma çabası
içine girmiştir. Örneğin, Lübnan’da Dev-Sol’a her türlü
zorluğu çıkaran Apo, yüz yüze görüşmelerde bu zorlukları
kadrolara yüklemiş ve kadroları Dev-Sol’a şikayet etmiştir.
Tipik feodal-küçük burjuva kurnazlığıyla kişisel yatırımlar
yapmanın anlamı, ilişkilerde partiyi tasfiye etmek ve karşı
tarafı kendine çekmekten başka bir şey değildir.
Kürt yurtsever-demokrat güçlerle geliştirilen -daha
doğrusu geliştirilmeyen- ilişkiler ise başlı başına bir iki
yüzlülüktür. Kuruluş döneminde, parti hareketimizin yol
almasını yaklaşık bir yıllık bir gecikmeye uğratan en temel
neden, Apo’nun TKDP ile birlikte bir oluşuma gitme çabasıydı.
Feodal, küçük burjuva yapısı gereği, başını Ömer Çetinlerin
çektiği bazı feodal kökenli kişilerle hareket etmeyi esas alan
Apo, bu çevreyle giriştiği kişilik, benlik çatışmasından sonra
yolunu ayırınca, sanki daha önceki dönemde onlarla
birleşmenin israrlı savunucusu değilmiş gibi, tüm Kürt
güçlerini düşman ilan etti. Partimizin, öteki güçlere ideolojik
yaklaşımını, sürekli olarak, kendi kişisel tavrıyla bastırmaya
çalışan Apo, daha sonraki süreçte bunu ana yaklaşım biçimi
haline getirdi.
Küçük burjuva-feodal karakterin en önemli
özelliklerinden biri köylü kurnazlığıdır. Bu özelliğe sahip olan
Apo, tam bir aşiret reisi gibi, geçmişte en ağır sözlerle
saldırdığına, küfürler yağdırdığına, kanlı bıçaklı olduğuna,
gerektiğinde, rahatlıkla dost gülücükler ve mesajlar
gönderebilmektedir. Nitekim partimizin yurt dışında, oldukça
zorlu dönemleri yaşadığı 80’li yılların ilk yarısında, bazı
kadrolarımızın öncülüğünde IKDP’yle geliştirilen ilişkileri
Apo önderliği de kabul etmek zorunda kaldı.
35
IKDP’siyle ilişkilerimiz, daha 80’li yılların başında, İran
ve Irak’da görevli olan kadro arkadaşlarımız tarafından
başlatılmıştı. Bu alanlardaki ilişkilerde gelişme sağlanınca, iki
parti arasında 83 yılında bir protokol imzalandı. Bilindiği gibi,
bu dönemde, silahlı gücümüzün hemen hemen tümü Irak
sahasına aktarıldı ve Irak sahası geri üs olarak kullanılmaya
başlandı. Irak’daki güçlerle ilişkiler kurma yolu açılmışken ve
bu ilişkiler, doğru bir yaklaşımla daha da ileri
götürülebilecekken, günlük faydacı yaklaşımlar ve karşılıklı
yapılan hatalar ilişkileri sekteye uğratmış ve daha sonra da
tümden kopma noktasına getirmiştir.
Irak’daki bütün Kürt güçleri feodal-komplocu ve
emperyalizmin işbirlikçisi olarak nitelendiren Apo önderliği,
daha sonraki süreçte, özellikle de 88 yenilgisinden sonra, bu
güçleri yok etmeyi esas hareket noktası haline getirdi. İlk
etapta, bu güçleri kesinlikle Kuzey Kürdistan’a (Botan-Irak
sınır hattına) sokmama kararı alındı. Ve bu kararın bir sonucu
olarak, IKDP saflarında savaşan altı Güney Kürdistanlı
yurtsever kadro ve savaşçı, Botan’da tutuklanıp, sorgulandıktan
sonra katledildiler. Irak’daki Kürt güçleri TC’yle güç birliği
yapmakla suçlayan Apo önderliği, 90 ve 91 yıllarında Saddam
yönetimiyle ilişkilerini geliştirirken, KDP ve Yekiti’yi Irak-
Türkiye sınır bölgesine sokmama güvencesi vermiştir.
Yine 88 yılında, Yekiti’yle bir dostluk ve işbirliği
protokolü imzalanmış, fakat bu protokol, daha mürekkebi bile
kurumadan, tek yanlı olarak, Apo tarafından yok sayılmıştır.
Buna gösterilen gerekçe de Talabani’nin Amerika ziyaretiydi.
Apo, “Biz protokolü imzaladıktan sonra Talabani bizi
Amerika’ya pazarlamaya gitti” diyordu. Oysa aynı Apo, bugün
hiç sıkılmadan, M.Ali Birand’a “Ben Amerika’nın her şeyine
karşı değilim” diyerek ABD’ye yeşil ışık yakmaktadır.
36
Diğer güçlerle hiç bir zaman dostluk ilişkisi içine
girmeyen ve her zaman “bunlardan ne kadar faydalanabiliriz?
ve/veya bunları nasıl tasfiye edebiliriz?” hesapları güden Apo
önderliği, 90 yılı içinde KDP ve Yekiti’nin israrlı bir şekilde
savundukları dostluk ve işbirliği önerisini reddetmeyi esas aldı.
Bunun nedenini de şu şekilde açıklıyordu: “Şu anda Kürdistan
sorunu temsilini bizde buluyor. KDP ve Yekiti bizimle birlik
yaparak ömürlerini uzatmak istiyorlar. Bizim onlarla
birliğimiz, onları bitmekten kurtarır. Bu açıdan kendileriyle
ilişkiye geçmek yanlış olacaktır.” Nitekim, bu tavırdan dolayı,
bu güçlerin bütün girişimleri sonuçsuz kaldı, arzulanan birlik
ve ortak hareket sağlanamadı. Güç birliğini engelleyen bizzat
Apo önderliğiyken, KDP ve Yekiti güç birliğinden kaçmakla
ve TC’yle işbirliği yapmakla suçlandılar ve teşhir edildiler.
Parti içinde olduğu gibi, dış ilişkilerde de iki yüzlülüğün
ve komplonun egemen olduğu bir ortamda, Apo önderliğinin
Kürdistan halkına ve devrimine dayattığı makyavelist bir
hükümdarlıktan başka bir şey değildir. Bu ortamda devrimci
bir dönüşümün olması mümkün değildir.
PKK-DİRİLİŞ KANADININ YOZLAŞMAYA KARŞI
DİRENİŞİ
VE AYRILIK SÜRECİ
Birlikte hareket eden güçlerin belli bir ayrışma ve
sonunda da kopma süreci içine girmesi bir anda oluvermiyor
şüphesiz. Özellikle sınıf mücadelesi veren ve bu temelde
iktidarı hedefleyen güçlerde kendini gösteren ayrılıklar, daha
başlangıçta, embriyon halinde, birlikte hareket eden kesimlerin
eğilimlerinde, yönelimlerinde vardırlar. Bu eğilimler ve
yönelimler, uygun koşullar altında belli bir somutluk
37
kazandıktan sonra, birlikte hareket edip etmemeyi belirleyen
faktör, ayrılık içindeki kesimlerin sorunu ele alış tarzı ve nasıl
bir çözüm istedikleridir.
Partimiz PKK, Kürdistan gibi yarı feodal ve sömürge bir
ülkede, proletaryanın öncü gücü olarak ortaya çıktığından,
öznel ve nesnel gerçeklerin alabildiğine çatışma içinde olduğu
bir ortamdan ister istemez etkilenecek ve bu gerçeklerin ağır
etkisi altında olacaktı. Ve nitekim böyle de oldu.
Yaşanan bu durum gayri iradi bir durumdu ve toplumsal
yapı ve yaşamın yadsınamaz sonucuydu. Henüz güçlü bir
proletaryası olmayan, proleterlerin fabrikada işçi, toplumsal
yaşamda ise feodal aşiret kültür ve yaşam biçimine bağlı
köylüler olduğu ve bundan dolayı da ciddi bir proleter
olgunluğa ulaşamadığı bir ülkede, proletaryanın öncü örgütünü
oluşturmak bir çok sancıyı da bağrında taşıyacaktır.
Proletarya, özellikle proletaryanın olgunlaşmadığı geri
kalmış ülkelerde, daima aydın küçük burjuvaların öncülüğüne
mahkum olmuştur. Bilimle tanışma fırsatının sadece bu
kesimin elinde bulunması ve bunların toplumsal yaşamda
oldukça esnek ve yaygın ilişkilere sahip olması böyle bir
objektif gerçekliğin temelini oluşturur.
Aydın küçük burjuvazi ile proletaryanın arasındaki bu
ilişki, kuşkusuz, salt ülkemize özgü bir durum değildir.
Günümüzde çalışma koşullarının iyi, sosyal olanaklar ve kültür
düzeyinin bir hayli yüksek olduğu gelişmiş kapitalist ülkeleri
bir yana bırakırsak, geriye kalan bütün ülkelerin kaderi, bizim
kaderimizle aynıdır. Aynı durum, yüzyılımızın başında, bütün
dünya ülkeleri için de geçerliydi.
38
İşte küçük burjuvazinin sınıf karakterinin oldukça kaypak
olması, buna karşın proletaryanın geliştikçe netleşen sınıfsal
konumu arasındaki çelişki, söz konusu ilişkiyi sürekli olarak
etkilemiş ve bir olumsuzluk nedeni olmuştur. Geçmişte
devrimini yapmış olan ülkelerde, bugün devrimin ters yüz
olması, karşı devrimci toplumsal muhalefetlerin ortaya çıkması
ve sonuçta kapitalizme geri dönülmesinin tarihsel kökenleri
iyice irdelenirse, sorunun temelde bir öncü-kitle ilişkisi sorunu
olduğu, öncünün kitleselleşemediği veya kitlenin öncü
durumuna geçemediği gerçeğinde yattığı anlaşılacaktır. Öncü
neden kitleye inemedi veya neden kitleyi kendi düzeyine
çıkaramadı? Bu sorunun cevabı da ancak öncünün ta ilk
şekillenişinden başlayarak ve çıkış koşulları ele alınarak
cevaplanabilir.
Devrim, dünyanın en geri kalmış ülkelerinde patlak
vermişti ve buralarda küçük burjuvazinin devrimdeki rolü,
gerek öncü içinde ve gerekse toplumsal yapıda, oldukça
büyüktü. Denilebilir ki, küçük burjuvazi proletaryayı
dengeleyebilecek durumdaydı ve üstelik tüm öncü örgütlerde
büyük bir küçük burjuva yığılma vardı. Şüphesiz, öncü örgüt,
yani parti, bir küçük burjuva örgüt olarak değil, bir proleter
örgüt olarak şekillenmek ve gelişmek istiyordu. Ancak, tüm
öncü partiler, bu istek ve gerçek arasındaki ağır çatışma
koşullarında yol almak zorundaydılar. Bu çatışmanın
proletarya lehine çözümlenmesi ancak proletaryanın
güçlenmesi ve proleter yaşamın olgunlaşmasıyla mümkün
olabilirdi. Devrim süreçlerinde öncünün çok önemli bir rol
oynaması ve öncüdeki küçük burjuva yığılma, küçük
burjuvaziyi, proletaryaya kıyasla, daha avantajlı bir konuma
yükseltmiştir; ve üstten geliştirilen ve topluma dayatılan
ayrılıkçı eğilimler, özel mülkiyetçi, ayrıcalıklı tavırlar,
güçlenen proletaryaya denk düşen olgunlaşmış bir proleter
yaşamı değil, yoz bir yaşamı dikte ettirmiş ve öncü ile kitle
39
arasındaki bu çatışma, süreç içinde toplumsal düzeyde de baş
göstermiştir.
Öncünün kitleden kopması için, her şeyden önce, kitle
çizgisinin tasfiye edilmesi gerekir. Bu da, küçük burjuva
kökenli kadro yapısının taşıdığı eğilimlerin güçlenmesi ve
gelişmesiyle mümkündür. Devrimci komünist partilerinin bu
kadar yaygın bir biçimde dönüşümünün nedeni, devrimci
dönüşüm sürecinin zorluklarının doğru tarzda
çözümlenmemesi, kısa vadede çözüm gibi görünen yöntemlere
saplanılması ve bu yöntemlerin strateji haline getirilmesidir.
Böyle bir zeminin yaratıcısı olan öncüsü durumundaki
mücadele partileri, giderek bürokratlaşan aygıtlara,
bürokratlaşan aygıtlar da yukardan gelen emir ve talimatlarla
işleyen mekanizmalara ve demokrasiden iyice uzaklaşan
diktatörlüklere dönüştüler.
Devrimci örgütlerde böyle bir dönüşümün olması için,
üretkenlik olayının ortadan kalkması gerekiyordu. Bu iki
biçimde gelişti: mücadele içinde yer alan kadroların önemli
oranda sıcak savaş içinde yitirilmesi ve doğan boşluğun daha
alt düzeylerdeki yeterince deney sahibi olmayan kadrolarla
doldurulması. Alt düzeylerdeki örgütlere indikçe, bunlarda
belli bir şişme olduğu görülecektir ve bu şişme, genel olarak
partilerin düzeyini düşürmüştür. Yeterli üreticilik-yaratıcılık
düzeyine ulaşamadığından sorunlar karşısında çözümsüz kalan
kadro yapısı, üstten gelen talimatlara bağlı kalıp, sunulan her
çözümü bir reçete olarak ele alıp, bunları uygulamanın aracı
haline dönüştü ve amir-memur ilişkisinin objektif zeminini
oluşturdu.
Komünist partilerdeki demokratik işleyişin esası olan
üstten-alta, alttan-üste denetim olayının bu şekilde ortadan
kalkması, en üstte mutlak bir egemenlik yoğunlaşmasını ve en
40
üst düzeydeki kişinin mutlak egemenliğini de birlikte getirdi.
Komünist partilerdeki kişisel iç diktatörlükler böyle bir
mekanizmadan türedi.
Kişisel diktatörlüklerin gelişmesinin bir diğer önemli
nedeni de geri toplumsal yapıdaki önderlik kültürüdür. Geri
toplumlardaki egemen önderlik kültürü karizmatik önderlik
tipine denk düşer. Karizmatik önderlik, kişinin, toplumun bazı
değer yargılarına cevap vermesiyle ortaya çıkar. Geri
toplumlar, modern örgütlenme düzeyine ulaşamadıklarından,
kaderlerini kişiye bağlama, kişinin etrafında örgütlenme
eğilimindedirler. Eğer kişiden topluma ulaşan mesaj güçlüyse,
onaylanan kişinin her söylediğini yapmak ve ona uymak bir
kültür olur. Önderin topluma ulaşan ilk mesajı önemlidir; daha
sonraki pratik ve söylem sorgulanmaz; buna gerek yoktur,
çünkü alınan mesaja güven vardır.
Karizmatik önderlikler, kendilerinde dönüşüm
yaptıklarında, toplumsal gelişmeye olumlu katkılarda
bulunabilirler; ama tersine dönüşüm yapmayan ve kendi
eğilimlerini çevrelerindeki kabul görürlükle birleştirerek
harekete geçiren önderlikler ise giderek toplum üstü bir güç, bir
diktatör durumuna gelirler.
Bir çok devrimci, komünist partinin yaşadığı bu gerçek
özgül değil, geri toplumların evrensel koşullarının bir
ürünüdür. Partimiz PKK’de yaşanan yanlış ve çarpıklıkların da
objektif koşulları bununla örtüşmektedir.
Partimiz PKK, Kürdistan gibi geri toplumsal yapıya
sahip bir ülkede, devrimci aydın gençliğin grup hareketi olarak
ortaya çıktı. Bilimsel ideolojiyi ve politikayı, yani Marksist-
Leninist dünya görüşünü benimsediği iddiasıyla ortaya çıkan
bu grup, Kürdistan proletaryasına öncülük yapmak istedi.
41
Proletaryaya gerçek anlamda öncülük, ancak proleterleşmekle
mümkün olurdu. Aydın gençlik grubunun proleterleşmesi ise,
mücadele içinde emekçi durumuna gelmesiyle gerçekleşecekti.
Nitekim, gerçekten de bu ilk çekirdeğin ve giderek grup
içinde yer alan daha başka kadroların büyük bir çabayla
girişmiş oldukları mücadele süreci içinde çok önemli
gelişmelerin yaşandığı görüldü. Mücadeleye adanmışlık,
yaşamı bir devrimci üretkenlik olarak ele alma ve bu üretimin
emekçisi olma durumu, söylemi bir iddia olmaktan çıkarıp,
gerçek haline getiriyordu. Böylelikle, yalnızca proletaryanın
dünya görüşünü benimsemek değil, nesnel olarak da
proleterleşmek, proleter öncüyü yaratmanın zeminini
hazırlıyordu.
Ancak, sınıflı toplumların iş bölümü gerçeği örgüte de
olduğu gibi yansıdığından ve iş bölümü her örgüt için de bir
zorunluluk haline geldiğinden, daha ilk adımda farklı
mevzilenmeler ortaya çıkmak zorundadır. Bu durum bir
örgütte, alt, üst komiteler, komiteler içinde farklı büro veya
temsilcilikler ve bunlar arasında koordinatörlükler olarak
şekillenen iş bölümünü, yani zorunlu bir bürokratik işleyişi de
birlikte getirmektedir.
İlk olarak ortaya çıktığımızda, Kürdistan devrimcileri
olarak çalışan grubumuz, belli bir örgütlenmeyi esas alarak
hareket etti ve daha baştan komiteleşmeye doğru bir adım attı.
İlk çekirdek kadromuz, hareketimizin koordinatörlüğüne
Apo’yu seçti. Ağırlıkla Ankara üniversite gençliğinden oluşan
grubumuz, örgütlenmeye doğru bu adımı attıktan sonra, Apo
dışındaki bütün kadrolar, devrimci çalışma yürütmek için
Kürdistan’ın çeşitli bölgelerine geçtiler . 75’de başlayan bu
gelişme, 76’da hız kazandı. Nitekim 77’nin Mayıs ayından
Haki yoldaşın vurulmasına kadar geçen süre içinde bir hayli
42
mesafe katedildi. Bu süre içinde Apo, ülkeye bir kaç kez gidip
gelmenin dışında, bütün çalışmalarını Ankara’da ve tam bir
müdür mantığıyla sürdürdü.
Apo, kadrolar ve bölgeler arasında koordinatör olmak,
kadrolara yardım etmek ve eğitimlerine katkıda bulunmak gibi
işlevleri yerine getirmiş değildir. Ülkede çalışma yürüten
arkadaşlar ise, olağanüstü bir çaba harcayarak, hem
propagandacı, ajitatör, eylemci, eğitmen, örgütleyici ve hem de
yeri geldiğinde örgüte para sağlamak için hammal olarak
çalışmışlardır. Bu büyük bir emek kahramanlığıydı ve buna
denk düşen bir üreticilik, yaratıcılık vardı.
Apo’nun bütün çalışması, bazı Türk solcularıyla ve Kürt
milliyetçisi gruplarla dialog kurmak ve kendi bireysel eğitimini
yapmak olmuştur. Devrimci mücadele içinde gittikçe
proleterleşen kadrolar arasında büyük bir yoldaşlık ruhu
egemen olur ve bu yoldaşlık ruhunun kan verdiği çok önemli
bir kollektivizm ve yardımlaşma yaşanırken, örgütümüzdeki ilk
önemli kriz, Apo’nun bireysel yaşam eğiliminin bir sonucu
olarak ortaya çıktı. Bu da Apo ile Kesire’nin evliliğidir.
Değişik nedenlerden dolayı sorun yaratan bu olayda, Apo’nun
takınmış olduğu tavır, ülkede çalışan arkadaşlara yansıdığında,
arkadaşların tavrı ”Biz burada neyle uğraşıyoruz, adam orada
ne yapıyor?” biçiminde olmuştu. Bu arkadaşların böyle bir
sorunla uğraşmak istememesi, esas olan görevlere önem
vererek, sağ duyulu davranması, bu krizi atlatmamızda
belirleyici oldu.
77’nin baharında ülkeye gelen Apo’nun bulduğu ortam,
kadro arkadaşların yoktan varettikleri bir ortamdı. Ülkede
böyle hazır bir zemin bulan Apo’nun çalışmaları, bazı
toplantılar ve büro müdürlüğü yapmanın dışına çıkmamıştır.
Eşiyle birlikte sürdürdüğü aile yaşamını yapımıza dayatan
43
Apo’nun durumunun ciddi bir rahatsızlık yaratmamasının
nedeni, genel olarak çalışmaların verimliliği ve işlerin yolunda
gitmesiydi. Haki yoldaşın katledilmesi nedeniyle belli bir
zayıflık ve boşluk yaşanıyor olmasına rağmen, Hayriler,
Kemaller ve Mazlumların içinde yer aldığı kadro yapımızın
teorik düzeyinin yüksek olması, Apo’nun kendi çevresini
oluşturarak, örgüte dayatmasının önünde engel oluşturuyordu.
Ne varki, başta belittiğimiz nedenlerden dolayı, 80’li
yıllarda yaşanan kadro boşluğu ve partinin teorik düzeyinin
düşmesi, Apo’nun parti içinde bireysel yükselişine ve sonunda
da diktatörlüğüne ortam hazırladı.
Mücadele süreci içinde üretkenleşen, proleterleşen
kadrolarımıza karşılık, Apo’nun daha işin başında kendisini
mücadeleden uzak tutması, devrimci yaşama ortak olmaması,
bürokratik örgüt işleyişini esas alması ve bu işleyişin zorunlu
kıldığı burjuva ilişkilerin, kendisinin feodal-küçük burjuva
eğilimleriyle örtüşmesi, giderek onu parti içinde bir işveren
durumuna getirdi.
Kadro boşluğu, üst düzeydeki bazı arkadaşların değişik
yöntemlerle bastırılması ve tasfiyesi ve partiye yeni katılan
arkadaşların teorik düzeyinin düşüklüğü, Apo’nun parti
içindeki diktatörlüğünün objektif temeli oldu.
Topraktan kopan köylü, fabrikada iş bulduğunda, fabrika
sahibini velinimeti olarak görme eğilimindedir ve işverene
karşı minnet duygusu taşır. Olgunlaşmamış proleterya da
emeğine sahip çıkmaz, emeğine sahip çıkma bilincini taşımaz
ve doğal olarak, kendisi için proletarya değil, işveren için
proletaryadır.
44
80’li yıllarda ve özellikle de 80’li yılların ikinci
yarısında, parti üyelerinin düşük teorik düzeyi parti yaşamının
ve parti bilincinin iyice erozyona uğramasına yol açtı. Kendini
hak sahibi görmeyen veya böyle bir duygu taşıyorsa da, böyle
bir bilince erişmemiş olan veya böyle bir bilince erişmiş olsa
bile, bunun pratikte savunuculuğunu yapacak gücü
gösteremeyen partililer, tam bir kadercilikle, yükselen bireysel
diktatörlük mekanizmasına boyun eğdiler. Bireysel diktatörlük,
bireysel karizmayla birleşince, “Her şeyimizi önderimize
borçluyuz, O olmazsa biz bir hiçiz!” edebiyatı ve felsefesi parti
kültürü haline geldi.
Apo’nun bu şekilde etkinlik sağlamasının en önemli
nedenlerinden biri, onun oldukça sahte bir tarzda gelişen
karizması oldu. Geri toplumlarda karizmanın gelişmesi, daha
çok kişinin yüksek erdemlerinin bir sonucu olur; örneğin
kahramanlık, bağlılık, topluma yakınlık gibi özellikler varsa,
buna paralel olarak karizma da gelişir.
Apo’nun karizması, parti hareketimizin onun adıyla
anılmasından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de parti
hareketimiz, Kürdistan toplumunun tüm ihtiyaç ve umutlarına
cevap verecek bir ideolojik ve siyasi yapılanma olarak gelişti
ve bir emek ve kahramanlık destanı oldu. Toplum nezdinde
hareketimize duyulan ilgi, sempati ve bağlılık, Apoculuk adı
altında, Apo’nun karizmasını yükselten bir faktör oldu.
Apoculuk, bizim dışımızdaki grupların ve toplumun bize
yakıştırdığı bir sıfattan başka bir şey olmamasına rağmen, bu
kişi, bir pratiğin, ideolojinin, bir politikanın ve örgütün simgesi
durumuna geldi. Söz konusu simge, 80’lere kadar bizi
kendimize, karakterimize yabancılaştırmış değildi, çünkü
kişisel edimlere izin vermeyen ve giderek kişisel edimlerin
aşıldığı bir gelişme sürecinin içindeydik.
45
80’li yıllarla birlikte, Apoculuk adı, Apo’nun otoritesine
hizmet eden ve ona hizmet ettikçe de, Apoculuk ruhunu
öldüren, tasfiye eden ve zıddına dönüşen bir hale geldi. Özcesi,
partimizin gelişme mantığını kavrayamayan ve bu gelişmeyi
dıştan gözlemleyen çevreler ve gelişmenin yeterince bilincine
varayamayan kadrolar, kana ve emeğe dayanan Apoculuk
simgesinin temel kaynağını Apo’nun kişiliğinde buldular veya
ona malettiler. Oysa gerçek bunun tamamen tersiydi.
Bir insanın bilincini çarpıtmak için kullanılacak en etkili
yöntem, onun bilgi kaynaklarını çarpıtmaktır. 80’li yıllardan
sonra, parti bilincimiz, Apo’nun ve Apo’ya yaranma temelinde
yükselmek isteyen bazı şakşakçı unsurların eliyle çarpıtıldı.
Gerçekte, ciddi bir katkısı olmadığı halde, Apo, her gelişmenin
önünü açan ve partiyi koruyup geliştiren kişi olarak lanse
edildi.
Apo kastedilerek “Parti Önderliği olmasaydı, parti de
olmazdı”, “Parti Önderliği tüm saldırılar karşısında partiyi
koruyarak, devrimin garantisi olmuştur” diyerek şakşakçılık
yapan kişiliksiz tiplerin yanı sıra, parti içinde Apo’ya hayranlık
edebiyatını en fazla geliştiren kişi bizzat Apo’nun kendisi
olmuştur. Hiç bir önderde görülmeyen bir kendine
sevdalanmışlıkla, sürekli “ben-ben-ben” diyen ve “ben”
edebiyatında hızını alamayan Apo, rahatlıkla “Kim bana ne
verdi, her şeyi yoktan var ettim. Bu halk bile bana bir şey
vermiş değil; halka zerre kadar borcum yoktur. Bu halkı da
kendi çabamla dirilttim ve ayağa kaldırdım” şeklinde
konuşabiliyor. Ve işin ilginci, böyle konuşmaya ve bu
edebiyata cesaret edebiliyor; çünkü komünist olduğunu iddia
eden bir partinin kadroları önünde, bu tarzda konuşmanın ve
edebiyat yapmanın büyük gürültüler koparacağı kaygısını
taşımıyor. Bu kaygısızlığın nedeni, yaratmış olduğu bilinç
46
çarpıklığı ve farklı düşünce üretmeye imkan vermeyen
mekanizmadır.
Parti hareketimiz böylece bir tekke durumuna düşürüldü.
Üstte büyük şeyh, altta da müridler topluluğu olarak şekillenen
yapıda, her şey şeyhin iki dudağı arasından çıkan söze bağlı
oldu.
Ancak Apo’nun kendi eliyle geliştirdiği gerici diktatörlük
mekanizması, hiç de güllük gülistanlık bir ortamda
bulunmuyordu. Marksizm-Leninizmle tanışan, bilimi kavrayan,
yurtsever duygularla dolu olan ve bunun için de düşmanın onca
baskısına ve zoruna karşı, zindanda olsun, dağda olsun direnen
kadroların, yaşanan parti gerçeğimiz karşısında rahatsızlık
duymamaları mümkün değildi.
Apo’ya karşı açık tavır almanın parti hareketimizi
böleceğini ve bunun geçici de olsa, düşmana taktik üstünlük
kazandıracağını, halkı umutsuzluğa düşüreceğini ve durumun
bilincinde olmayan savaşçıların ve parti çalışanlarının devrimci
coşkusunu yokedeceğini düşünen ve hesaplayan kadrolar, kör,
topal da olsa, böyle yürüyelim dediler; ama inanmadıkları,
güvenmedikleri önderliğin talimatlarını da çoğu zaman
uygulamayarak, pratikte boykot ettiler ve giderek, bu
mekanizmanın ağır baskısı altında, devrimden ve savaştan
soğudular; böylece, kadrosal bir tükeniş yaşayan partimizde
pasif bir ortam yaratıldı.
Apo diktatörlüğü karşısında pasifleşme, düşmana karşı da
pasifleşmeyi getirdi. Bu kaçınılmazdı, çünkü az çok bilimle,
yurtseverlikle, demokrasiyle, devrimle tanışan insanların
diktatörlüklere hizmet etmesi mümkün değildi. Parti yapısı,
kendisini savaşan bir güç olarak değil, Apo’ya hizmet eden ve
bu hizmetin karşılığını alamayan bir köle olarak görüyordu.
47
Zaten Apo’nun istediği de buydu. Bu durumda partinin militan
ruhu can çekişmeye başladı.
Parti kadrolarının ve özellikle de üst düzeydeki
kadroların içine düştüğü bu durum kısa sürede savaş çizgimizin
tasfiye olmasının zeminini de yarattı. Çok keskin bir savaş
edebiyatının dışında, savaştan hiç bir şey anlamayan Apo’nun
gerilla mantığına aykırı dayatmaları ve planlamaları, oldukça
büyük bir tahribata neden oldu.
Bütün çalışma alanlarında, yaşanan gerçek ile egemen
olan resmi edebiyatın birbirini tutmadığını gören ve kendi
içinde bunu tartışmaya başlayan kadro yapısı, sorunu çeşitli
biçimlerde bunu Apo’ya da yansıtmaya başladı.
Tartışma sürecinin en yoğun yaşandığı yer Akademi’ydi.
89’un sonu ve 90’ın başında, gerek savaş pratiğinden ve
gerekse de cezaevinden gelen üst düzeydeki kadroların
Akademi’de biraraya gelmesi, tartışmaların canlı geçmesini
belirleyen faktör oldu.
89 Bahar atılımı, çok önemli ve başarılı adımları da
birlikte getirmişti, fakat Apo’nun Akademi’den gönderdiği
gruplarla savaşa “müdahale” etmesinden sonra, giderek
yozlaşan ve gerileyen bir pratiğe dönüştü. Apo’nun
talimatlarını uygulamaya koyan müdahale grupları, savaşı
büyüteceğiz derken, oldukça tali hedeflere yöneldiler. Bundan
yararlanarak çete ağını güçlendiren düşman büyük bir saldırı
başlattı ve gerçekten de, Botan’ın her tarafında tam bir sıcak
savaş yaşanmaya başladı. Ancak bu savaşta insiyatifi elinde
bulunduran düşmandı. Savaşın böylesine yoğun olduğu bir
ortamda, düşman daha da büyük bir saldırıya hazırlanırken,
öncü kadroyu en azından bir ay savaştan uzaklaştıracak ve
gerillayı komutansız bırakacak bir konferansa gidildi.
48
252896064_194215236227447_1522885751676144734_npSavaşın en sıcak anında konferans yapma önerisi,
gerçekten de savaştan hiç anlamayan ve ruhen savaşı
yaşamayan Apo gibi sahte bir generalden gelebilirdi.
Apo’nun talimatıyla yapılan konferans, sadece savaşçı
kadroyu savaştan uzaklaştırmakla kalmadı, konferansa isteksiz
katılan ve “bu sırada, bu konferans da nereden çıktı” diyen
savaşçı arkadaşların tepkileri nedeniyle de tam bir fiyaskoyla
sonuçlandı.
Baharda başarılı bir şekilde başlayan 89 atılımı, Apo’nun
birbirinden ağır suç niteliği taşıyan müdahaleleri nedeniyle,
sonbaharda tam bir çürümeye dönüştü.
Apo’nun 89 pratiğinin bir diğer önemli fiyaskosu da
Akademi’de yaşandı. Öteden beri uyduruk komplo teorileriyle
kendisini yüceltmeyi esas haline getiren Apo, “Düşman gelişen
savaşımızın önünü almak için, önderliğe yönelik tasfiye
hareketi içine girmiştir” diyerek, eğitim için Akademiye gelen
adaylara karşı bir komplo tezgahladı. “Yapıya ajan
sızdırılmıştır” denerek girişilen tutuklamalar ve tutuklulara
yapılan faşizan işkenceler sonunda büyük bir ajan saldırısı
senaryosu hazırlandı. Bu senaryo, direkt Apo’nun
yönlendirmesi altında, Metin ve C…. tarafından uygulamaya
koyuldu.
Tutuklulardan zorla alınan ifadelerde, hepsinin özel
eğitim gördüğü, Apo’yu vurmak için geldiği ve partiyi ele
geçirmek istediği açıklanıyordu. Bunun sonucu olarak oniki
devrimci kadro adayımız, Apo’nun “vur” emriyle kurşuna
dizilerek katledildi.
49
Ancak Apo’nun hiç de hesaplamadığı bir gelişme oldu;
Akademide bulunan kadro arkadaşlar duruma müdahale ettiler
ve ajan olarak tutuklananların hiç birinin ajan olmadığını ve
bunların haksız yere katledildiğini yapı nezdinde açığa
çıkardılar.
Apo, çeşitli manevralar yaparak, ajanlık senaryosunda
diretmek istediyse de, arkadaşların gerçeği kararlılıkla
savunması karşısında gerileyip, tüm suçu Metin’in üstüne attı.
Uyduruk senaryolar, devrimci, demokrat, ilerici
kamuoyunun da büyük tepkisiyle karşılaşmış ve 2000’e Doğru
dergisi özel olarak yaptığı araştırmalar sonucunda söz konusu
kişilerin ifadelerinin tamamen yalana dayalı olduğunu
belgeleyerek, bu belgeleri partiye de göndermişti.
Bütün bu gelişmeler, sorunlara biraz daha sorumlulukla
yaklaşmak niyetinde olan kadro yapısını, sınırlı bir tartışmaya
sevketti. Yaşanan gerçek karşısında, bıkkınlığa, hayal
kırıklığına düşen ve hiç bir şey değişmez mantığıyla hareket
eden kadrolar ancak sınırlı bir tartışmanın içine girebilirlerdi.
Buna rağmen, her taraftan sıkışan Apo, durumu kontrol
altına alabilmek için, uzlaşma yolunu seçerek ve daha çok da
karşı tavır içindeki kadroları yedeğine almaya çalışarak, güya
demokrat bir tavır takınmaya çalıştı. Hamza’nın Metin
tarafından kazayla öldürülmesini bahane edip, kendi suç ortağı
Metin’e karşı açık tavır aldı ve onunla bağını kesmeyi tercih
etti.
Apo’nun bu manevrası, sorumlu davranan, fakat henüz
olgunlaşmış proleter devrimci bir tavır takınamayan kadroların
ikircikliliğiyle birleşince, keskin bir çatışmanın içine girilmedi
ve her iki taraf da birlikte yürümeyi kerhen kabul etti.
50
90’nın Mayıs ayı başında yapılan II. Ulusal Konferansda
da bu tavır egemen oldu. Konferans, yaşanan başka
rahatsızlıkları tespit edip, çözüm önerileri getirmesine rağmen,
Apo’nun konumunu hiç bir şekilde tartışma konusu yapmadı.
Her şeye rağmen, 90 Konferansı, kadroların kısmi de olsa
açık tavır almaları sonucu, yine de sağlanan bir gelişmeydi. Bu
adım, Apo’nun durumunu açıkça sorgulamamışsa da, bu yönde
ileri bir atılım olmuştur.
Kadro arkadaşlar, Konferansın kararlarını pratiğe
taşırlarken, esas olarak, kararlar temelinde yeniden
yapılanmayı ve geçmişe eleştirisel yaklaşmayı hedeflediler.
Nitekim, çeşitli alanlarda Apo ve çevresindeki uyduruk tipler
tarafından taktik ilişkiler adı altında geliştirilen ilişkiler deşifre
edildi ve bu ilişkilerin tasfiyesi yönünde önemli adımlar
atılarak belli bir tartışma ortamına ulaşıldı.
Tam bu sırada Apo’nun neden olduğu adi bir skandal
ortaya çıktı. Bu öyle bir durumdu ki, yayılması halinde,
partimiz için de tam bir yıkım olurdu. Sorun, her ne kadar
Apo’nun kişiliğinden ve direkt onun uygulamalarından
kaynaklanıyorsa da, PKK’nin adı onun adıyla anıldığından,
ister istemez, partideki ilişkilerin ve ahlakın tartışılmasına ve
partiye büyük bir kara leke sürülmesine de neden olacaktı.
Bu durum Apo’yla açıkça konuşmayı ve olay yayılmadan
bir çözüm bulunmasını gerektiriyordu. Durumdan haberdar
olan kadrolar, kendi aralarında bir değerlendirme yapıp,
partinin birliği ve mücadelenin selameti için, bile bile APO’ya
katlanmaya karar verdiler; ama, gerçeklerin bilinciyle
sorumluluklarına daha da sıkı sarılmayı önlerine koydular.
51
Nitekim, sorun açıkça Apo’ya anlatıldı. Apo durumu
kendisine karşı bir komplo olarak değerlendirdi. Parti içindeki
konumunu, Apo’ya şakşakçılık yapmaya borçlu olan bazı tipler
de aynı telden çalmaya başladılar. Durumun bilincinde olan
kadrolar, tüm güçleriyle skandalın yayılmasının önüne
geçmeye çalışırken, Apo, yine eski edebiyata başvurarak, bu
olaydan da güçlü çıkmanın yolunu buldu: “Önderlik saldırı
altındadır! Önderliğe karalama yapılmaktadır.”
IV. Parti Kongresine böyle bir ortamda gidildi.
Kurtarılmış bölge yerine, Güney Kürdistan dağlarında yapılan
Kongremizde, II. Ulusal Konferans tartışmalarını daha da
derinleştirme çabasında olan arkadaşlarla Apo’nun şakşakçı
kadrosu arasında zaman zaman sert tartışmalar oldu.
Birlikte hareket etmeyi, birlikte hareket içinde, yoldaşça
eleştiri ve özeleştiri temelinde yeni düzenlemelere gitmeyi esas
alan kadrolar, zamansız bir kopmaya yol açmamak, önce
gerçeği gün yüzüne çıkarmak ve adım adım insanlarımıza
kavratmak yolunu seçerek, sekterliğe düşmeden, solcu tavırlar
takınmadan hareket ettiler. Partinin birliğini korumak için
gösterilen bu özen, büyük ölçüde liberal bir tavrı da
beraberinde getirdi ve adaletsiz bir soruşturma mekanizmasının
işlemesine neden oldu. Aynı suçu işlemiş olan bazı arkadaşlar
soruşturmaya alınırken, bazıları da Apo’nun koruması altında
MK’ye hatta Politbüro’ya seçildiler. Yine bazı suçlar mahkum
edilirken, bazı suçlar es geçildi. Ve bir çok haksız yargılamalar
yapıldı.
Buna rağmen IV. Kongremiz, bir çok kararlı adımın
atıldığı ve bir hayli önemli kararların alındığı bir toplantı oldu
ve Apo’nun diktatörvari etkisinden önemli oranda kurtuldu.
Kongremiz, Genel Sekreterliğin stratejik önderlikle
özdeşleştirilmesine son vererek, MK’yi stratejik önder olarak
52
kabul etti ve MK’yi görevlerine sahip çıkmaya çağırdı. Ayrıca
Apo’nun kendi eliyle kurduğu parti içi ispiyon ağını işlevsiz
bırakacak şekilde parti içi soruşturma görevini MY’e verdi.
Her iki karar da uygulanacak olursa, parti içi demokrasi önemli
oranda gelişecek ve diktatörlüğün alanı pratikte önemli oranda
daralmış olacaktı.
Askerlik yasasının yanlış bir zamanlamayla çıkarıldığını
bir türlü kabul etmeyen ve bu konuda özeleştiri yapma
cesaretini gösteremeyen Apo’nun tavrını pratikte mahkum
etmek anlamına gelen kararlarla askerlik yasasının uygulanıp
uygulanmayacağı, bütünüyle MK’nin 2/3 çoğunluk kararına
bırakıldı.
Kongremiz, yıllardır bütçeden yoksun olan partimizin
sekreterlik tarafından genel bütçesinin ve yıllık mali
raporlarının hazırlanması kararını aldı ve böylece bugüne kadar
partiye en ufak bir hesap bile vermeyen ve halkımızın bağışı
olan milyonlarca lirayı tasarrufu altında tutan Apo’nun kişisel
yetkisini sınırlama yönünde önemli bir adım atılmış oldu.
Apo’nun kadrolara karşı kullandığı işkence olayı açıkça
teşhir edildi ve suç olarak ilan edildi.
Kongremizin seçtiği MK, yaptığı ilk toplantıda, Apo’nun
talimatlarına ters düşerek, Politbüro’ya onun onaylamadığı
arkadaşları da seçti. Her ne kadar Apo’nun onayladığı kişiler
de seçildiyse de, onun onayından geçmeyen isimlerin
politbüroda yer alması ve politbüronun, bu şekilde, geçmişteki
işleyişe karşı eleştirisel tavır takınan arkadaşları da içine alarak
oluşması, Kongre kararlarına pratik bir işleyiş kazandırmak ve
kongreyi gerçekten en yetkili güç haline getirmek açısından
çok önemli bir kilometre taşı oldu.
53
Tüm suçlarına rağmen, parti birliği uğruna, Apo’yla
yürümeye razı olan ama, alttan geliştirilecek katılımla partiye
canlı bir ruh getirmeyi hedefleyen kadrolar, attıkları adımların
sorumluluğunu bilerek hareket ettiler. Tam olmasa da, kararlar
düzeyinde, önemli bir başarıya ulaşan Kongremiz, Apo
diktatörlüğüne karşı çemberi daraltan bir platform oldu.
Kadroların bu çıkışını daha başından anlayan ve bunun
için de taktik bir uzlaşma içine giren Apo, bu çıkışı yapan
arkadaşları yedeğine alamayacağını anlayınca ve her geçen gün
daha da artan bir muhalefetle karşılaşınca, Kongrenin hemen
ertesinde saldırıya geçti.
MK üyelerinin ülke içine dağılmasından ve bazı
arkadaşların soruşturma altında olmasından yararlanan Apo, 25
üyeli MK’nin 5 üyesinin katıldığı dar bir toplantıda, Kongrenin
MK’ye seçtiği ve MK’nin de MY’ye seçtiği iki arkadaşın daha
görevlerine son verme ve haklarında soruşturma açma kararı
aldı. Parti işleyiş kurallarını hiçe sayan bu darbenin amacı,
gelişen devrimci tavrı daha başında boğmak ve partide kendi
diktatörlüğünü yeniden kurmaktı.
Kongre kararıyla haklarında soruşturma açılan
arkadaşların dosyasına bakmakla görevli bulunan MY,
sonunda, tamamen Apo’nun uzaktan verdiği talimatlara bağlı
olarak çalışan bir büro haline getirildi ve tam bir tasfiye aracı
rolü oynadı. MK’de yer alan kimi arkadaşlar, haklarında açılan
soruşturma formalitesinden geçtikten sonra, daha önce alınan
karar gereği, parti dışına atılıp, cephe üyesi statüsüne
düşürüldüler. Kongrenin MK ve Politbüro üyeliğine seçtiği
arkadaşlar hakkında ise yeni bir komplo teorisi daha türetildi
ve ajanlık itirafı yapmaları dayatıldı.
54
Bu büyük operasyonu geliştirmek, sonuçlandırmak ve
tasfiyeleri sürekli kılmak için, Kongrenin bütün kararları yok
sayılarak, Apo tarafından, partiden, MK’den ve MY’den gizli
bir “Özel Koruma Birliği” kuruldu. Parti üstü bir diktatörlük
aracı olan bu gizli örgütün bağlı olduğu tek güç Apo’ydu. Söz
konusu “Özel Koruma Birliği”nin tamamen parti üstü yetkileri
vardı.
Ancak Apo’nun düzenlediği olduğu bu karşı devrimci,
kirli komplo, sorumluluk sahibi, namuslu parti kadrolarının
barajına çarptı. Kurulan “Özel Koruma Birliği”nin
sorumluluğuna atanan arkadaşın söz konusu kuruluşu ortaya
çıkarması ve karşı tavır alması, Apo’yu suç üstü yakalanan bir
hırsız durumuna düşürdü.
İçte büyük bir tasfiye hareketini başlatmış olan Apo, dışta
düşmana karşı tam teslimiyetçi bir tavır takınarak, Kongreyi de
sıcak savaş alanında tasfiye etmeye koyuldu.
IV. Kongremiz, Irak ile Müttefikler arasındaki savaş
sırasında, Güney Kürdistan’da ciddi bir otorite boşluğunun
ortaya çıkacağını önceden tespit etmiş ve böyle bir ortamda,
savaş gücümüzün devreye girmesini, geçici hükümet ve ulusal
meclis ilanına gidilmesini, bunları kendi başımıza yapacak
güçte olmazsak, Güney Kürdistanlı öteki güçlerle ittifak
yapılmasını karar altına almıştı.
Fakat, savaş sırasında ortaya çıkan elverişli ortamdan
yararlanarak, savaş gücümüzle duruma müdahale etme bir
yana, “Saddam duruma egemen olur” hesaplarına yatılarak,
Güney Kürdistan’da ayaklanmış ve bir çok bölgeyi kontrol
altına almış olan halk kitlelerimz bile öncüsüz ve korumasız
bırakıldı. Halkımız, çoluk, çocuk, Saddam’ın faşist güçlerine
55
karşı çarpışırken ve onları adım adım ülkeden kovarken,
Apo’nun MY’si Irak muhaberatının konuğu oluyordu.
Tabandan gelen devrimci, yurtsever dayatmalara rağmen,
2000 civarında gerillamız sınır boylarına hapsedildi. Halkın
tüm çağrılarını kulak ardı eden Apo yönetimi, halk, kendi
emeği ve kanıyla Zaho’yu ve Dahok’u Saddam güçlerinden
kurtardıktan sonra, sahneye inme nezaketini gösterdi.
“Savaşma yok, sadece siyasi çalışma yapılacak!”
talimatıyla yapılan içeriksiz ve sahte müdahale, elbette bir
sonuç vermeyecekti. Nitekim Saddam güçleri karşı saldırıya
geçince, Apo yönetiminin verdiği talimatları devrimci
onurlarına ve yurtseverliklerine yediremeyen bir grup kadro ve
savaşçımız, PKK’nin gerçek ruhunu konuşturarak, kahramanca
bir direniş sergilediler.
Halkın büyük kitleler halinde göç ettiği ve Saddam
güçlerinin halka karşı tam bir sürek avı başlattığı ortamda,
“kim ne derse desin, karşı saldırıya geçeceğiz” kararını alan
devrimci sorumluluk sahibi kadroların çabasıyla bir tabur
düşman askeri saf dışı edildi, bazı araçlara ve savaş
malzemelerine de el koyuldu.
Bu gelişmelere rağmen, Apo telsiz bağlantısı kurarak
“Saddam duruma hakimdir; yönetimle eski ilişkilerin içine
girilsin, alınan esirler geri verilsin” talimatını vererek,
geliştirilen devrimci tavrı, işbirlikçi tavırla boğdurdu.
Bu süreç içinde, Özal’la ilişki içine giren Apo, reformist
temelde gizli bir anlaşmaya vardı. Mehmet Ali Birand ve
Güneri Cıvaoğlu’nun Özal’ın kuryeliğini yaptığı görüşmelerde,
hazır bulunan politbüro üyesi arkadaşlarımız dışarı çıkarılmış
ve Apo’yla başbaşa görüşmeler yapılmıştır. Bu görüşmelerin
56
ana teması, her iki tarafın da kendi ekibini reformist çözüm
konusunda ikna etmesi gereği ve zamanlama olmuştur.
Apo’nun gözü kara bir şekilde, dışta savaşımızın sona
ermesini, içte ise kadroların siyasi ve fiziksel tasfiyesini en
önemli sorun olarak önüne koyması ve bu amaçla açıkça
saldırıya geçmesinden sonra, devrimci tavır sahibi kadrolar
durumu bütün yönleriyle değerlendirdiler; artık birlikte
yürümenin mümkün olmadığı, parti içinde geliştirilen bu karşı
devrimci komploya karşı devrimci direnişi yükseltmenin ve bu
direnişle partinin dirilişini sağlamanın zorunlu olduğu kararına
vararak, resmi önderlikten ve onun denetimi altındaki işleyişten
ayrıldılar ve PKK’nin gerçek ruhu temelinde harekete geçtiler.
PKK/VEJİN (DİRİLİŞ) Hareketi, PKK’nin kuruluş
ruhuna ve ilkelerine bağlı olup, önderlik düzeyindeki
yozlaşmaya karşı alınması gereken devrimci tavrın bir gereği
olarak ortaya çıkmıştır.
PKK/VEJİN, partimizin ve savaşımızın üstten tasfiye
edilmesinin ve düşmanla yapılan reformist anlaşmanın önüne
geçmek için gerekli devrimci tavır olarak doğmuştur.
PKK/VEJİN, şehitlerimizin kanı, dağ ve zindan
direnişçilerimizin kararlılığı ve kadrolarımızın emeği üzerinde
yükselen partimizin, Apo’nun elinde bir aile şirketine
dönüşmesine karşı bir emek hareketi olarak gelişmiştir.
PKK/VEJİN, Apo’nun eliyle yozlaştırılan parti ahlakına
ve kültürüne karşı devrimci ahlakın ve kültürün zorunlu
direnişi olarak doğmuştur.
PKK/VEJİN, partimizin iplerinin, taktik ilişki adı altında,
bölgedeki egemen güçlerin eline verilmesine karşı, halkımızın
57
kendi kaderini özgürce tayin etme ve öz gücüne güvenme
ilkesinin ifadesi olarak ortaya çıkmıştır.
PKK/VEJİN, Apo’nun yönlendiriciliği altında tıkanmaya
başlayan savaşımızın önünü açmanın, savaş kurmayını,
yıllardır savaşan fakat Apo’nun eleştirileri altında tükenişe
doğru giden gerçek emek sahiplerine devretmenin, savaşa ve
savaşın er meydanı ülke topraklarına adımını atmayan
mirasyedi takımını hizaya getirmenin ve yıllardır yaptıkları
emek ve kan sömürüsünün hesabını sormanın adımıdır.
PKK/VEJİN, bölgenin egemen güçleri eliyle,
emperyalizmin yeni dünya düzeni planlarına harcatılmak
istenen partimizin, anti-emperyalist, anti-sömürgeci,
demokratik, devrimci tavrının ürünüdür.
PKK/VEJİN, sosyalist ideolojimizin ve devrimci parti
politikamızın sulandırılmasına ve yozlaştırılmasına karşı,
Marksist-Leninist ruhla devrime yürüme tavrıdır.
PKK/VEJİN, Apo önderliği altında halkımıza yeniden
yaşatılmak istenen feodal parçalanmışlığa karşı savaşarak,
devrime doğru yürüyen tüm halk güçlerimizin, ulusal birlik
içinde, sömürgeciliğe, faşizme ve emperyalizme karşı birleşik
ulusal direniş tavrının emrettiği görevdir.
PKK/VEJİN, ülkemizde sömürü ve baskı düzeni
yıkılmadan, halkımız özgürlüğüne kavuşmadan, meşru
müdafanın bir gereği olarak sarıldığımız silahlarımızı
bırakmayacağımızın ve barış için yegane koşulun halkımızın
özgürlüğüne kavuşması olduğunun dile getirilmesidir.
58
PKK/VEJİN, emperyalizmin taktik üstünlüğünden
ürkmeyip, devrimin ülkede, bölgede ve dünyada stratejik
zafere ulaşacağına inancın ifadesidir.
PKK/VEJİN, bu amaçlara ulaşmak için, şu anda Apo’nun
önderliği altındaki resmi parti ilişkileri içinde ya da dışında
olsun, tüm PKK kadrolarını, sömürgeci güçlere, emperyalizme
ve faşizme karşı silahlı mücadeleyi ve halk ayaklanmasını
yükseltmeye ve emeğine, silahına ve söz hakkına sahip çıkma
temelinde, yüce proleter demokrasisini partiye egemen kılmaya
çağırır.
PKK/VEJİN, farklı bahaneler arkasına gizlenerek
savaştan kaçmayı veya yılgınlığa kapılmayı ihanet bilir.
PKK/VEJİN, sömürgeciliğe ve faşizme karşı militanca
savaşmayı temel ve baş görevi sayar.
PKK/VEJİN, tüm PKK kadro ve savaşçılarını düşmana
karşı mücadeleden alıkoyacak ve halka umutsuzluk yayacak bir
iç çatışmayı, kim başlatırsa başlatsın, mahkum eder ve
dökülecek yoldaş kanlarının sorumlularını, daha şimdiden
lanetler.
PKK/VEJİN, PKK’den ayrılmanın değil, PKK ile
yeniden militanca birleşmenin ve bunun için de, yoldaşça
tartışma ve hesaplaşmanın adımıdır.
KAHROLSUN SÖMÜRGECİLİK, FAŞİZM VE
EMPERYALİZM!
KAHROLSUN İŞBİRLİKÇİ-FEODALKOMPRADOR
DÜZEN!
59
YAŞASIN BAĞIMSIZ DEMOKRATİK
KÜRDİSTAN!
YAŞASIN HALK DEMOKRASİSİ VE
SOSYALİZM!
KAHROLSUN PARTİ VE ÇİZGİ TASFİYECİLİĞİ!
YAŞASIN PARTİMİZ PKK VE HALK SAVAŞINDA
ULUSAL KURTULUŞ ÇİZGİMİZ!
YAŞASIN GERİLLA!
YAŞASIN AYAKLANMA!
KAHROLSUN YOZLAŞMA VE ÇÜRÜME!
YAŞASIN PKK AHLAKI VE KÜLTÜRÜ!
KİŞİ PUTLAŞTIRMAYA, KİŞİ
DİKTATÖRLÜĞÜNE SON!
YAŞASIN PARTİ İÇİ DEMOKRASİ VE
MİLİTANLARIN SÖZ HAKKI!
YAŞASIN ŞEHİTLERİN ÖNDERLİK ÇİZGİSİ!
YOLUMUZ HAKİLERİN, MAZLUMLARIN,
HAYRİLERİN, KEMALLERİN VE AGİTLERİN
YOLUDUR!
YAŞASIN ŞEHADET ÇİZGİSİNDE, DEMOKRASİ
RUHUNDA YENİDEN DİRİLİŞ!
60
YAŞASIN PARTİ VE HALK DİRİLİŞİMİZ!
PKK/VEJİN
(1991)
61
2

PKK-MK ve TÜM ÜYE ve SAVAŞÇI
             ARKADAŞLARA
Sizlere, bu mektubu arzulamadığımız koşul ve durumlar
içinde yazıyoruz. Bazılarınızın bildiği gibi, belki de bazılarınız
bilmiyordur, mevcut durumumuz, şu anda parti yapısına
egemen olan resmi işleyişin dışında olmamızdır.
Bizler, hiç bir zaman, parti içi sorunlarımızın parti dışına
taşırılarak, farklı platformlar oluşturularak çözüleceğine veya
çözülebileceğine inanmadık. Eğer bugün, resmi işleyişten
ayrılmışsak, bu, bizim istediğimiz bir durum değil, tam tersine
zorlandığımız bir tavırdır.
Arkadaşlar,
Bilindiği gibi, IV. Kongremizden hemen sonra, resmi
önderlik konumunda bulunan Apo tarafından, Kongre kararları
ve parti tüzüğü yok sayılarak, büyük bir tasfiye hareketi
başlatıldı. Bu tasfiye hareketi geliştirilirken, parti işleyişine en
ufak bir şekilde saygı gösterilmemiş ve mürekkebi bile
kurumadan, Kongre kararlarının adeta ırzına geçilmiştir.
Hırsızlık ve komployla mayalanmış olan bu tasfiye
hareketinin elbette belli bir nedeni vardı. Bu da, Apo’nun
partimize, kadrolarımıza ve savaşımıza dayatmış olduğu
bitirme pratiğinin etrafındaki çemberin daraltılmasının
yaratmış olduğu tedirginlikti.
62
Arkadaşlar,
Her şeyden önce şunu belirtmek istiyoruz: Biz resmi
önderliğin tam bir iki yüzlülük içinde öne sürdüğü gibi, kaçmış
değiliz. Biz, ne partiden kaçtık, ne de savaştan kaçtık!
Gelişmelere yakından tanık olan bütün arkadaşlar, eğer biraz
dürüst davranacak olurlarsa, bunun böyle olmadığını
söyleyeceklerdir.
Belirtmemiz gerekir ki, mevcut tasfiye hareketi, salt bize
yönelik bir hareket olarak değil, Kongre öncesinde başlayan ve
Kongre sonrasında hız kazanan çok daha kapsamlı bir tavır
olarak gelişti.
Bilindiği gibi, IV. Kongre aşamasına geldiğimizde, ülke
pratiği çok ciddi bir tıkanmayla karşı karşıyaydı. Kongrede bu
tıkanma mutlaka tartışılacak ve nedenleri üzerinde durulacaktı.
III. ve IV. Kongre arasındaki süreçte kadroları tamamen
bastıran, işlevsiz bırakan, arzulamadıkları bir pratiğe zorlayan
ve bundan dolayı da, yaşanan tıkanıklığın baş sorumlusu olan
Apo, meydana gelebilecek gelişmelerin farkında olduğu için,
daha peşinen bazı kişileri suçlu ilan edip, tıkanıklığın
sorumluluğunu bunların omuzuna yüklemek, kendini temize
çıkarmak ve önderliğini yeniden onaylatmak istedi.
Bilindiği gibi, Harun, Kara Ömer, Botan, Bilge, Dr.
Baran arkadaşlar ve Hogır, IV. Kongremizde hedef tahtasına
koyuldular. Kongre yaklaşırken Doğan arkadaş da
hedeflenmeye başlandı.
Ülke pratiğinin başarısızlık faturası, yani dört yıllık
başarısızlığın sorumluluğu, tamamen bu arkadaşların sırtına
yüklenmek istendi. Bu arkadaşların seçilmesinin en önemli
nedeni, Apo’nun, son dönemlerde, kadro yapısına yönelttiği
63
eleştirileri kabul etmeyişleri, reddedişleriydi. Apo, bu durumu,
kendisine karşı bir hizip faaliyeti olarak ele alıp, değerlendirdi
ve açık bir şekilde ilan etmediyse de, söz konusu arkadaşları
bir grup olarak tasfiye etmeyi önüne koydu.
Gerçekte söz konusu olan şey, bu arkadaşların hataları
veya suçları değil, resmi parti edebiyatında öne sürülen
eleştirileri kabul etmemeleri veya kabul etmek
istememeleriydi. Geçmişte olduğu gibi şimdi de, parti içi
tasfiyede temel alınan ölçü, insanların ne kadar iş yapıp
yapmadıkları değil, Apo’ya karşı tavırlarıydı.
Özellikle ülke pratiğini yaşayan arkadaşlar çok iyi bilirler
ki, III. Kongrede en üst düzeyde görevlere seçilen Terzi Cemal
ve Gözlüklü Cafer tam bir savaş kaçkınıydılar.Ama yine de bu
insanlar partinin en üst noktalarına getirildiler. Apo’nun
bunlardan haberi yok muydu? Elbette vardı. İki yüzlü
yalanlarla gerekçelendirilmek istenen bu görevlendirmelerin
kofluğu kısa sürede açığa çıktı.
IV. Kongremize katılan arkadaşlar gerçekleri biraz daha
yakından izledi. Ülkeye adımını atmayan, savaştan su görmüş
kuduz it gibi korkan Ferhat gibi unsurlar, hareketimizin ta
başından bu güne kadar, savaşa katılan ve savaşın bütün
acılarını paylaşan Harun gibi bir arkadaşı, şehadetinin ardından
MK’den atma önerisini getirebildiler. Hareketimizin çekirdek
kadrolarından biri olan Cuma, 80 sonrası pratik içinde, en ufak
bir katkısı olmadığı ve tam bir savaş kaçkını olduğu halde, IV.
Kongrede hesap sorucuların başında yer aldı. Eğer Hogır
suçluysa, suç işlemekte Hogır’dan hiç de geride kalmayan
Hayri arkadaş MK üyeliğiyle ödüllendirildi. Eğer Botan
arkadaş savaşı geliştirememişse, 82’den bu yana savaş
kurmayımızın tepesinde bulunan Ebubekir arkadaş hiç
64
geliştirememişti; buna rağmen en üst düzeyde bir görevle
görevlendirildi.Benzer örnekler çoğaltılabilir.
Evet arkadaşlar, Apo’nun kıstası gerçekten de, kimin
mücadele edip etmediği ya da mücadelede suç işleyip
işlemediği değil, kimin kendisi için tehlikeli olup, olmadığıydı.
Aslında tüm kadro yapısı da çok iyi biliyor ki, eğer ortada bir
suç varsa, bunun baş sorumlusu Apo’dur. Bugüne kadar
merkezin merkez olmasını engelleyen, merkezin merkez gibi
çalışmasına olanak vermeyen ve merkezi yaz boz tahtasına
çevirerek, ortada merkez diye bir şey bırakmayan Apo,
kadroların birbirlerine yönelttikleri eleştirileri derinleştirerek
ve kadrolar arasında düşmanlığı körükleyerek tam bir
güvensizlik ortamı yarattı; ve kendisini bu ortamın tek
güvenilir kişisi olarak lanse edip, işleri yürüttü.
IV. Kongrede de yine aynı taktiğe başvurarak, kendisi
için baş tehlike olarak gördüğü kişileri hedefleyip, ikincil
tehlike olarak gördüğü kişileri yanına alarak, bir tasfiye
hareketi başlattı.
Bilindiği gibi IV. Kongreyi gerçekleştirmek amacıyla bir
Kongre Hazırlık Komitesi oluşturulmuştu. Bu komite tamamen
Apo tarafından yapılan atamalarla kuruldu. Amaç, Kongreyi
merkezin insiyatifinden kurtarmak ve Kongre üzerinde
denetimi ele geçirmekti. Nitekim Hazırlık Komitesi ülkeye
gelir gelmez, parti kurallarına aykırı bir şekilde, merkezin
görevlerine el koydu ve tüm yetkileri elinde topladı.
Hazırlık Komitesinin bileşimi tamamen dengeci bir
yaklaşımla belirlenmişti. Hazırlık Komitesi 9 kişiden
oluşuyordu: Apo, Avrupa sorumlusu Cemal, Zeki, Ferhat,
Cuma, Ebubekir, Baran, Ahmet ve Lokman Hazırlık Komitesi
olarak çalışacaklardı.
65
Dikkat edelim, bu komitede, ülke pratiğine katılan sadece
üç arkadaş vardır; bunlar Baran, Ebubekir ve Zeki
arkadaşlardır. Geriye kalan altı kişi ülke pratiğinde yokturlar.
Apo, Ferhat ve Cemal ülke pratiğine adımlarını bile
atmamışlardır. Cuma 87’de ülke pratiğine girer gibi yapmış,
ama bu pratiğe en ufak bir katkısı bile olmamıştır. Lokman
arkadaş Güney çalışmalarında yer almıştır, fakat pratik
sorunlardan henüz habersizdir. Ahmet arkadaş da cezaevinden
yeni çıkmıştır ve ülke pratiği hakkında ciddi bir bilgi birikime
sahip değildir.
Oysa IV. Kongremizin esprisi bir gerilla kongresi
olmasıydı. Gerilla Kongremizin Hazırlık Komitesi neden bu
şekilde oluşturuldu?
Apo, düşündüğü tasfiyeyi gerçekleştirmek için, Kongre
öncesinde Merkezi işlevsiz bırakıp, Hazırlık Komitesiyle
Kongreyi ipotek altına almak istedi. Hazırlık Komitesini
kendisine bağlı unsurlardan oluşturdu. Bunu kılıfına uydurmak
için de yapı karşısında tepki toplamayacak kişileri seçti. Apo
hedef aldığı arkadaşlara göre ayarlama yapıyordu.
Dört yılın günahları Harun, Kara Ömer ve Botan
arkadaşlara ve Hogır’a yükleneceği için, onlarla en fazla
çatışma içinde olan veya öyle görünen Ebubekir arkadaş
Hazırlık Komitesine alındı. Gerçekte, Apo Ebubekir’i çok
beğendiği veya Ebubekir geçmişte prestij sahibi olduğu için
değil, tamamen bu arkadaşlara karşı mevzisini güçlendirmek
için Hazırlık Komitesine almıştı.
Zeki arkadaşın Hazırlık Komitesine alınmasının da özel
nedenleri vardı. Zeki’nin III. ve IV. Kongreler arasındaki
pratiğine bakıldığında, bu arkadaşın pratikteki suçlarının,
66
Kongrede hedeflenen arkadaşların ”suç”larından hiç de geri
kalmadığı görülecektir. Apo, Zeki’yi, bu arkadaş kendini
düzelttiği için değil, karşı cepheyi dağıtmak için Hazırlık
Komitesine aldı. Çünkü Zeki’yi de karşısına alıp, karşı tarafı
daha da güçlendirmek istemiyordu.
Cuma’nın Hazırlık Komitesine alınmasının nedeni de, bu
arkadaşın hala kısmen devam eden saygınlığıydı. Ayrıca bu
arkadaş, Apo’nun bir aferim’ini almak için her şeyi
yapabilecek karakterdeydi.
Ferhat Hazırlık Komitesinde bir denetim aracıydı;
Apo’nun ruhu olarak iş görecekti. Cemal Avrupa’da kontrolü
sağlamak için seçildi. Ferhat ve Cemal, baştan beri parti
pratiğimize zerre kadar katkıları olmadığı halde, Apo’nun
garantili kontenjanından buraya yükseldiler. Bu iki kişinin de
tek görevi, Apo’nun tüm pisliklerine ortaklık etmek ve bu
pisliklerin üstünü örtmektir.
Baran ve Ahmet arkadaşların Hazırlık Komitesine
alınması ise vitrini süsleme olayından başka bir şey değildi.
Baran arkadaşın ülke pratiğinde fazla yıpranmamış olması,
onun bir denge unsuru olarak ele alınmasına yolaçtı; ayrıca
Baran arkadaşın Kongrede ne yapacağının kestirilemeyişi de
onun Hazırlık Komitesine alınmasını gerektirmişti.
Ahmet arkadaş cezaevinden yeni çıkmıştı ve yapı
tarafından tepki toplamayan biriydi. Onun şahsında cezaevi
imajından faydalanmak isteyen Apo, bu arkadaşı tamamen
tüccar hesaplarına yatarak Hazırlık Komitesine aldı.
Lokman arkadaş ise, Hazırlık Komitesinde olası bir
zemin kayması durumunda, oy çoğunluğunu elde tutma
kaygısıyla bu komiteye atandı. Bu arkadaş, kendisine saf bir
67
bağlılık içinde olduğundan, vereceği talimatlara uyacağını
hesaplayan Apo, böylece Hazırlık Komitesini sağlama
bağlamış oluyordu.
Her şeyi kendi basit mantığıyla hesaplayan Apo, aslında,
Ferhat hariç Hazırlık Komitesine aldığı hiç kimseye de
güvenmiyordu. Ama yukarıda da açıkladığımız gibi, kendisine
göre bir düşman sıralaması yaptı. Böylelikle Hazırlık
Komitesini oluşturanlarla, Kongrede hedeflenen arkadaşları
birbirine kırdıracak, bu düşmanlıkla birbirine bakan ve yönelen
kadro yapısı karşısında, kendisi her türlü manevra imkanına
sahip olacaktı. Ne var ki, işler umduğu gibi gitmedi ve Apo,
IV. Kongrede önemli yaralar aldı.
Kongre öncesinde olduğu gibi, Kongre sırasında da
Hazırlık Komitesinin içinde tartışmalar oldu. Apo’nun
talimatlarına ve yönelimlerine uymayan arkadaşlarla (Ahmet
ve Baran), Kongreyi tam bir uydu platformu haline getirmek
isteyenler (Cuma, Ferhat ve kısmen de Ebubekir) arasında
çatışmalar çıktı. Bu çatışmalar zaman zaman divana da
yansıyarak açık bir hal aldı.
Örneğin Hazırlık Komitesinin önüne koyulan görev,
sadece Botan, Kara Ömer, Dr. Baran ve Harun arkadaşların ve
bunlarla ilişkili olarak da Hogır’ın suçlu ilan edilmesiydi.
Oysa, Hazırlık Komitesinde başlayarak, Kongre platformuna
sıçrayan eleştirilerden de görülebileceği gibi, Ferhat’ın da
pratikte ağır suçlar işlediği ortaya çıkmıştı. Ayrıca Akademi ve
Suriye’deki faaliyetler hakkında da soruşturma yapılması
istendi. Bu faaliyetler, bilindiği gibi, direkt Apo’nun
sorumluluğu altındadır.
Hazırlık Komitesinin Apo’nun hedeflediği arkadaşlar
hakkında tam bir görüş birliği içinde olmayışı, Kongre
68
sürecinde Apo’nun tasfiye eğilimini önemli oranda frenledi.
Dahası, kendisi ve şirketi de ( Ferhat, Cuma ve Cemal) giderek
Kongrede yargılanma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca,
Apo’da Kongreyi bir oldu bittiye getirme eğilimi ağır bastı.
Apo tasfiyenin devamını Kongre sonrasına bıraktı.
Kongrenin haklarında soruşturma kararı aldığı arkadaşların
dosyalarına MY bakacak ve bir karara varacaktı. Apo, MY’yi
tamamen kendisine uyduluk yapacak kişilerden oluşturmak
isterken, MK’ye dahi almak istemediği bazı arkadaşlar MY’ye
seçildi. Ve böylece, ülke pratiğinden sorumlu olan MY,
ağırlıklı olarak, gidişat hakkında Apo’ya eleştiri yönelten
arkadaşlardan oluştu. Bu durum, Apo’nun düşündüğü
tasfiyelerin önünü tıkayan bir durumdu. Ayrıca Apo’nun direkt
sorumlu bulunduğu iki alan (Akademi ve Suriye) hakkında da
soruşturma istenmişti. Bu konudaki karar da MY’ye bırakıldı,
çünkü MY soruşturma komisyonu olarak çalışacaktı.
Böylece, Apo, yeni bir tasfiye operasyonunu
geliştirirken, kendisini de bir soruşturma tehlikesi karşısında
buluverdi. Üstelik, IV. Kongrede, öteden beri kendisine biçmiş
olduğu, ”stratejik önderlik” konumunu da kaybetti. IV.
Kongremiz, Genel Sekreterliğin değil, MK’nin stratejik önder
olduğuna ve MK’nin taktik önder olarak kabul edilmesinin
yanlış olduğuna karar verdi.
Böylece ilk bakışta IV. Kongreyi kazandı gibi görünen
Apo, aslında Kongreyi önemli oranda kaybetmişti. Bunu en iyi
bilen kişi de Apo’ydu. Kongredeki gelişmeleri, daha önceki
gelişmelere bağlayan Apo, MK üyelerinin ülkeye
dağılmışlığından faydalanıp, darbeci bir şekilde harekete geçti
ve yeni bir tasfiye hareketinin içine girdi. Baran ve Ahmet
arkadaşların soruşturma altına alınmasını sağladı.
69
MY’de bulunan bu arkadaşların soruşturma altına
alınmasıyla birlikte, ortada MY diye bir olay kalmadı. Ve yine,
Kongre kararlarının tam tersine, özel bir soruşturma kurulu
oluşturuldu. Böylece, hem Kongrede haklarında soruşturma
kararı alınan arkadaşların, hem de adı geçen son iki arkadaşın
tasfiyesi gerçekleştirilecekti.
Baran ve Ahmet arkadaşların tasfiyesi, direkt Apo’nun
talimatıyla ve sadece beş kişinin katıldığı MK toplantısında
alınan kararla sağlandı. Bu arkadaşlar Apo tarafından Hazırlık
Komitesine alınmış, Kongre tarafından da MK’ye
seçilmişlerdi; MK, daha ilk toplantısında bu arkadaşları MY’ye
de seçti. Kongrenin üzerinden on gün geçtikten sonra, yani
ortada bir pratik olmadığı halde, bu arkadaşlar, hiç bir veriye
dayanmadan soruşturma altına alındılar ve görevleri
donduruldu.
Haklarında soruşturma açılması için gösterilen gerekçe,
oldukça iki yüzlü bir yalana dayanıyordu: sözde Ahmet ve
Baran arkadaşlar, Zeki’nin soruşturma altına alınmasına
öncülük etmişler ve Kongre de bu arkadaşların etkisinde
kalarak, Zeki arkadaş hakkında soruşturma açmıştı. Oysa
Kongre platformunda ne Ahmet ne de Baran arkadaş, Zeki
arkadaş için bir tek laf bile etmiş değillerdi. Zeki’nin pratiğini
sorgulayan arkadaşlar, Kongre delegesi arkadaşlardı ve
soruşturma kararı oy birliğiyle alınmıştı.
Daha başından yalan olan bu gerekçenin, sıradan bir
bahane olduğu hemen açığa çıkacaktı. Apo, Ahmet ve Baran
arkadaşları kendisine ihanet etmiş kişiler olarak görüyordu.
Hazırlık Komitesinde ve Kongre sürecinde uyduluk yapmayan
bu arkadaşlar ”tasfiye”yi hak etmişlerdi. Yoksa Apo’nun Zeki
arkadaşın derdine düşmesi gibi bir durum söz konusu değildi.
70
Nitekim devam eden soruşturmanın ikinci aşamasında,
Apo, gerçek niyetini açığa vurup, Ahmet arkadaşa ”Neden
Parti Önderliğinin denetimi altında bulunan iki alan hakkında
(yani Akademi ve Suriye) soruşturma istedin? Parti
Önderliğine yaklaşımın nedir?” sorularını yöneltirken, Baran
arkadaşa da ”Doğu (yani İran) faaliyetleri hakkındaki
hesapların neydi?” sorusunu sordu. Baran, Ferhat’ın pratiğini
sorgulamanın ve geçmişte Harun arkadaşa yönelik tasfiyeci
tavrın ortağı olmamanın faturasını ödeyecekti.
Baran ve Ahmet arkadaşların tasfiyesinin bu denli
hızlandırılmasının bir diğer önemli nedeni de, Apo’nun onlarca
bayan arkadaşa dayattığı ahlaksız ilişkilerin bu arkadaşlar
tarafından öğrenilmiş olması ve direkt Apo’yla konuşularak
gündeme getirilmesiydi. Bu sorun yayılmış ve salt Apo’nun
değil, partimizin de başını yiyecek bir tehlike haline gelmeye
başlamıştı. Bunu öğrenen arkadaşlar, durumun daha da
kötüleşmesini engellemek için, sorunu yalnızca Apo’yla
konuşarak , dar bir çerçevede çözmek istemişlerdi.
Bütün bu gelişmeler, Apo’nun yangından mal
kaçırırcasına bir tasfiyeye girişmesini hızlandırdı. Bu kez de
”büyük bir komplo” edebiyatının arkasına gizlenildi.
Elbette, her zaman olduğu gibi, burada da Apo’ya karşı
muhalefet edenlerin komplocu ilan edilmesi yoluna
gidilecekti. Komplocu olarak ilan edilen kişi Ahmet arkadaş
oldu. Baran ve diğer arkadaşlar ise, komplocu ve ajan olarak
ilan edilen Ahmet’in etkisi altında kalan, partiyi, parti
önderliğini anlamayan arkadaşlar olarak, provokasyona alet
olmuşlardı (!)
Kongreden bir ay önce Hazırlık Komitesine atanan,
Apo’nun önerisiyle MY’ye seçilen ve Ana Karargahta görevli
olan Ahmet arkadaş, Kongreden on gün sonra ajan ilan edildi.
Soruşturmanın gidişatı hakkında partili arkadaşlara en
ufak bir bilgi bile verdirmeyen Apo, tüm umutlarını, Ahmet
arkadaştan alacağı sözde ”ajanlık itirafına” bağlamıştı ve
”iddialarımızı kabul etmek zorundadır, bunun dışında yaşama
şansı yoktur” tehditleriyle soruşturmayı doğrudan kendi eline
aldı. Ajanlık itirafı yaptırmak için her türlü yolun denenmesini
isteyen Apo’nun amaçladığı şey, sadece Ahmet arkadaşın
tasfiyesiyle bitmiyordu.
Ahmet arkadaş ”ajan olduğunu” kabul ederse, Baran
arkadaş da bir ”ajan”ın oyununa gelmiş kişi olarak tasfiye
edilecek ve Apo’nun ahlaksızlıklarına karşı direnen onlarca
bayan arkadaş, Ahmet’in kullandığı sözcüklerle, ”düşkün
insanlar” olarak nitelenip, ahlaksızlıkların üstü örtülecekti.
Bunun ardından da Apo, ”yeni ve oldukça kapsamlı bir
komployu daha açığa çıkaran” kahraman sıfatıyla hem kendini
güçlendirecek, hem de kadroların yarım kalan tasfiyesine tam
hızla devam edecekti. Bu sözde komploya karşı ”Özel Koruma
Birliği”ni kurdu. Kadroyu kadroya kırdır, önderliğini
garantile, mantığını her zaman konuşturan Apo, Muhafız
Birliği’nin başına Faik arkadaşı atadı. Bu atama da kendi
başına bilinçli bir seçimdi. Faik arkadaş cezaevinden yeni
çıkmıştı. Sözde komplonun başı olan Ahmet arkadaşın
tasfiyesinin yaratacağı tepkileri frenlemek ve etkisizleştirmek
için, bu tasfiyenin bizzat, cezaevinden yeni çıkan bir arkadaş
eliyle yapılması düşünülmüştü.
Özel Koruma Birliği, Ahmet ve Baran arkadaşlar
tarafından hazırlandığı iddia edilen komployu açığa çıkaracak
buradan yola çıkarak da, Parti Önderliğine ( Apo buna parti
çizgisi diyor ) karşı işlenen bütün suçları sorgulayacak ve
cezaları infaz edecek bir kuruluştu. Parti yapısından tamamen
gizli olarak kuruldu ve direkt Apo’ya bağlı olarak çalışması
öngörüldü. Bunun için bir iç tüzük hazırlandı; bu tüzüğe göre,
yapılan bazı infazlara sahip çıkılacak, bazılarına ise sahip
çıkılmayacaktı. Özel Koruma Birliği, direkt Apo’ya bağlı
olarak çalışacak ve ne MK’ye ne de MY’ye hesap verme gibi
bir yükümlülüğü olmayacaktı.
Özel Koruma Birliğinin çekirdek kadrosu, Faik, Terzi
Cemal ve Xebat arkadaşlardan oluşturuldu. Burada yapılan
seçim de oldukça ilginçtir. Faik arkadaş, Ahmet arkadaşa karşı
özel olarak seçildi; Terzi Cemal’in boynunda da idam hükmü
vardı, en ufak bir ”hata” karşısında idam edilecekti; yani
Apo’ya karşı bir daha suçlu duruma düşmemek için milimetrik
hesaplar yapan biri olarak, kılıç gibi sağı solu vuracaktı. Xebat
arkadaş genç bir arkadaştır. Apo, daha başında onu tamamen
kendisine bağlayarak ileriyi garantilemek istiyordu.
Parti çizgisini partiye karşı koruma ve bunu gizli bir
örgütle yapma mantığına ancak faşist örgütlerde ve faşist
önderliklerde rastlayabiliriz. Apo, bu örgütü oluştururken şunu
söylüyor: ”Saddam’dan öğreneceğimiz çok şey var. Dikkat
edin, Saddam’ın Muhafız Birliği ayakta olduğu sürece Saddam
da ayakta duruyor.” Kendisini halkın ve proletaryanın önderi
olarak gören kişinin, bir faşistten öğreneceği derslerin ne
olabileceğini arkadaşların değerlendirmesine bırakıyoruz.
Böyle oluşan Özel Koruma Birliği, ilk etapta
Akademi’de ve Güneyde bir dizi tutuklamalara girişti. Apo’nun
çirkeflikleri burada oldukça yaygınlaştığından tam bir terör
estirildi. Tutuklanan bütün arkadaşlara dayatılan şey,
kendilerinin Ahmet’in piyonu olduklarını itiraf etmeleri ve Apo
hakkında söylediklerinin doğru olmadığını, oyuna
getirildiklerini açıklamalarıydı.
Faik arkadaş, bütün gelişmelerin içinde yer aldığından,
Apo’nun niyetini açıkça görüyordu. Tutuklanan arkadaşlar da
kararlı bir şekilde direnip, Apo’nun pisliklerini açığa vurmaya
devam ediyorlardı. Böylece her kesi kendisi gibi iki yüzlü ve
sahtekar sanan ve kendi yöntemlerine çok güvenen Apo, bir
kez daha büyük bir yanılgı içine düştü. Apo’nun perde
arkasında tezgahladığı tüm pislikleri gören Faik arkadaş,
bunları açığa vurarak, bu büyük tasfiye hareketini boşa çıkardı.
Arkadaşlar,
Parti içinde demokratik tartışma ve hesaplaşma
olanaklarının bırakılmadığı, insanların işkence tehditleri sahte
itiraflar yapmaya zorlandığı ve bu itiraflara dayanarak
”ajanlık” senaryolarının hazırlandığı bir ortamda, doğru
devrimci bir mücadele vermemiz mümkün değildi. Bundan
dolayı da, durumu kendi aramızda değerlendirip, resmi
ilişkilerin dışına çıkarak, gerçekten demokratik bir tartışma
platformu yaratma kararına vardık. ”Kaçış” denilen
ayrılığımızın nedeni budur.
Arkadaşlar,
Burada anlattıklarımızla, ne kendimizi devrim, halk ve
parti karşısında temize çıkarmak istiyoruz; ne de arkadaşlar
arasında bir kutuplaşma yaratmak istiyoruz. Tersine, arkadaşlar
arasında yaratılan ve partiyi tasfiyede Apo’ya malzeme olan
kutuplaşmayı gidermek ve kendi suçlarımıza karşı özeleştirici
bir tutum içinde olmak istiyoruz.
Apo’nun belirttiği gibi, hepimiz, yani kadro yapısı olarak
hepimiz suçluyuz. Ama, suçlarımız hiç de partinin başına
çöreklenen günah çocuğunun suçları gibi değildir. Ve eğer biz
suçluysak, bir suçlular topluluğuysak, bizim başımızdaki suç
üreten, suçlu üreten bir mekanızmadır; suç ve günah anasıdır.
Biz, pratiğin sorumluları olarak, savaşı geliştiremedik;
gerillayı doğru bir tarzda ele alamadık; halka karşı suç işledik;
savaşçılara karşı, kadrolara karşı suç işledik. Bütün bunlardan
suçluyuz. Ama en büyük suçumuz, verdiği talimatlar, yaptığı
planlamalar ve gösterdiği hedeflerle önümüzü tamamen tıkayan
ve bizi bu suç dolu pratiğe mahkum eden Apo’ya bu gerçeği
haykıracak gücü kendimizde bulamayışımızdır. Dikkat edelim,
birbirimize dönük eleştirilerimizin tümü, ucu Apo’ya dayanan
pratiklerimizle ilgilidir. Bunu hepimiz biliyoruz ama, Apo’ya
yöneltmemiz gereken eleştirileri birbirimize yönelterek, tam bir
düşman kardeşler pratiği içine giriyoruz.
89 Pratiğini ele alalım: bütün kadrolar da biliyor ki,
Harun ve Kara Ömer arkadaşlar, Akademi’den gelirken
Apo’nun talimatlarıyla geldiler ve bütün düzenlemeleri bu
talimatlara göre yaptılar; tüm pratikleri bu talimatların
yansımasıydı. Biz, kendi kendimizi kandırarak, her şeyi Kara
Ömer ve Harun’a yükleyip, Botan’ı da bu arkadaşların
yardımcısı olarak değerlendirip, eleştiri yaptık. Gerçek bu
muydu? 89’da kendi verdiği talimatlara göre gelişen pratik
fiyaskoyla sonuçlanınca, Apo, kurban aradı ve suçu Kara
Ömer, Harun, Botan ve Hogır’a yükledi.
Sorun gerçekten köy baskınları mıydı? Bunun böyle
olmadığını bilmeyen arkadaş var mıdır? Parti tarihimizin en
kara lekesi olan Mardin’deki köy baskınlarını yapan grupların,
bizzat Apo’dan talimat aldığı bilinmiyor mu? Bu köy baskınları
olurken Apo’nun en ufak bir tepkisi bile yoktu. O zaman neden
bütün suç Hogır’a yüklendi? Köy baskınları Hogır’ın icadı
mıydı? Ya da zor uygulamasının tümü Hogır’dan mı
kaynaklandı?
Ülke pratiğinde tam bir feodal çete başı, Akademi’de de
tam bir polis şefi gibi davranan Metin, sadece Akademi’de 12
devrimci kadro adayını katletmişti. Onu Akademi koordinatörü
yapan kimdi? Metin’in tek suçu Hamza’yı öldürmek miydi?
Peki bu zamana kadar işlenen öteki suçların hesabı soruldu
mu? Hamza devrimci de, Metin’in katlettiği öteki arkadaşlar
karşı devrimci miydi?
Kafasında beyin olan her insan, kötülüğün kaynağının ne
olduğunu gayet iyi biliyor. Ancak bu güne kadar, kendimizi
kurtarma hesaplarına yatıp, adımız komplocuya, haine, devrim
kaçkınına çıkmasın diye ağzımıza kilit vurduk.
Arkadaşlar,
Hepimiz kendimize soralım ve kendi kendimizi
kandırmayalım! Kendimize, insanlığımıza, devrimciliğimize
saygımız kalmış mı? Doğru bildiğini konuşmayan, düşüncesini
söylemekten çekinen ve inanmadığı bir pratiği zorunlu olarak
kabul eden devrimcinin, devrimciliğinden söz edilebilir mi?
Hangimiz parti ilkelerinde, parti tüzüğünde öngörülen
devrimciliği yapıyoruz?
Ağzımız her açıldığında, kendimizi alçaklıkla, ihanetle
suçlamak bize kolay geliyor, çünkü başımızdaki Şef öyle
istiyor. Peki ama, biz alçakların peygamberini göremiyor
muyuz? Gerçekleri görmekte o kadar aciz miyiz?
Hayır! Hepimiz de gerçekleri görüyor, fakat gerçekler
karşısında susuyor, tam bir ihaneti yaşıyoruz. Arkadaşlar, hain
ya da kaçkın bilinmemiz mi önemlidir, yoksa halkımızın,
devrimimizin ve partimizin yok olması mı önemlidir?
Hangi kadro arkadaş savaşımızın tıkandığını görmüyor?
Hangi arkadaş, Apo’nun partiyi bir kadro tükenişine
götürdüğünü, bir aile şirketine dönüştürdüğünü görmüyor?
Hangi kadro, bizdeki işleyişin bir parti işleyişi olmadığını, bir
aşiret, bir şeyh-mürid ilişkisi olduğunu bilmiyor?
Arkadaşlar, bilimin, devrimin ve gerçeğin namusuyla mı
hareket ediyoruz? Robespierre gibi bir burjuvanın ”Haksızlığı
görüp de haksızlığa karşı tavır almayan namussuzdur” deyişini
bile pratiğe geçirmeyen biz, sözde proleter devrimcilerin tavrı
nedir?
Her birimiz binlerce şehidimizin kanından sorumluyuz.
Bunların kanı, partiye, halka despotluk yapacak bir Dehak
yaratmak için mi döküldü? Partinin başına çöreklenen Apo’nun
yeni Dehak’tan farkı nedir? Hangi parti kadrosunda, onlarca
bayana dayatılan ahlaksız ilişkileri kaldıracak namus var?
Neden korkuyoruz?
Adımızın kötüye çıkmasından mı? Haine çıkmasından
mı? Savaştan ve ülkeden kaçıp, tam bir mirasyedi gibi partiye
çöreklenen ve bugün bizi, parti ve ulus olarak, pazarlamaya
başlayan döneklerin, bize hain demesi, bizim için en büyük
şereftir.
Sahtekarlık yapmayalım! Birbirimize saldırmak,
birbirimizi tüketmek, Apo’nun bize işlettiği bir suçtan başka
bir şey değildir. İlk adımı, hepimiz, ilkin kendi şahsımızda
atalım, doğruyu kendi şahsımızda yakalamanın onuruna
erişelim.
Birbirini savaşa girmemekle, savaşı geliştirmemekle
suçlayanların, 12 yıldır ülkeye adımını atmayan ve başımızda
bir kral ve bir prens gibi duran iki kardeşin hizmetinde
olduklarını görerek, dürüst davranmaları gerekiyor. Birbirlerini
feodal komplocu olarak nitelendirenlerin, partinin tepesinde
bulunan Dehak’ın elinde onlarca kadronun kanı olduğunu,
onlarca bayanın namusu olduğunu görerek utanması gerekiyor.
Birbirimizi yoldaşça eleştirelim, birbirimizi devrime ve
savaşa kazanalım, ama, tepemizdeki günah yuvasını
dağıtmadan, tek bir doğru adım dahi atamayacağımızı da
bilelim! Bunun farkında olmayan bir tek kadro yoktur.
Hepimiz için geçerli olan gerçek şudur: Gerçeğin bilinciyle
hareket etmeyende namus yoktur!
Bırakalım bir devrimcinin, hiç olmazsa, sıradan bir
insanın namusunu konuşturalım!
Tüm arkadaşlara selam ve saygılarımızla.

P K K / V E J İ N
P K K / D İ R İ L İ Ş

(1991 Yazı)




MUSTAFA KARASU’YA MEKTUP

Sevgili Karasu,

İletişimin aşırı zorluklarını yaşıyorum. Ve
söylediklerinizi ancak ikinci elden duyabiliyorum. Yazık ki,
yazdıklarınız bu güne kadar direkt olarak elime ulaşmış değil.
Sizinle yazılı bir tartışmanın içinde bulunmak istemezdim,
çünkü yetersiz oluyor. Bu yazıyı da yazıp yazmama konusunda
oldukça tereddüt ettim, çünkü söz konusu gelişmeler kısa bir
yazıyla açıklanabilecek durumda değildir.
Değerli dost,
Gerçeği bilenlerin yalana ihtiyaçları yoktur. Yalan
silahına sarı1an1arın da, gerçekle ilgisi yoktur. Dolaylı
duyduğun veya sana verilen bazı bilgilerden, benim reformist,
liberal bir tasfiyeciliğe giriştiğimi tespit etmişsin. Mücadeleyi
düzen sınırlarına çekmek istiyormuşum..
Karasu,
Alt düzenler ve üst düzenler var; alttakilerini
şekillendirenler üsttekiler oluyor. İçinde yaşadığımız yeni
evrensel süreç, dünya tiranlarının dayatmış olduğu “Yeni
Dünya Düzeni”dir. Hatırlarsın, tartışmıştık, “Yeni Dünya
Düzeni” sözlerini ve teorisini ilk ortaya atanlar Moskovadaki
parti şefleri olmuştu.
Sevgili Karasu,
Reagan’la başlayıp, Bush’la devam eden günümüzün
USA damgalı egemen politikalarının teorisi Gorbaçovlar
tarafından oluşturuldu. Tarih politikayı, ideolojiyi Mısır
dansözlerinin göbeğine oturtmuş sanki, bir o yana, bir bu yana
kıvırtıyor. Ancak, devrimciler dansözün göbeğine mahkum
olmuş bedbahtlar değildirler. Her şeyi görmek zorundayız.
Orta-Doğu, “Yeni Dünya Düzeni” politikalarına
bağlandı. Oldukça ilginç bir durum yaşanıyor. Düzenin sınırları
müthiş çizilmiş; çizgi dışına taşmak kimsenin aklında değil!.
Kutsal olan mücadelemiz de ”Yeni Dünya Düzeni”nin
sınırlarına mahkum edildi; şu anda ”Yeni Dünya Düzen”inin
sınırları içinde paslaşıyoruz. Irak bu politikayla bağlandı; şimdi
Arap-İsrail sorunu bağlanıyor ve Arap-İsrail sorunuyla birlikte
bizde bağlanmış olacağız. Neden mi?
Sevgili Karasu, çünkü biz ta baştan bu çatışmanın bir
bağlantısı olarak ele alındık; bize gösterilen bölgesel
hoşgörünün temelinde kara kaşımıza hayranlık yoktu; “taktik
dostlukların” mantığı bununla örülmüştü. Arap-İsrail
çelişkisine “Yeni Dünya Düzeni”inin sınırları içinde bir çözüm
dayatılıyor; bize de bu dayatılıyor. Ve ne yazık ki Karasu,
Orta-Doğu’nun 1abirentlerinde siyaset üretiyor diye
övdüğümüz Apo, Orta-Doğu’nun labirentlerinde can telaşına
düşmüş bir bedbahta dönüşmüş.Bizler ağaçtan ormanı
göremeyecek körler olamayız.
Karasu,
Son dönemlerde diplomatik gazetecilik olayı oldukça
gelişmiş.Sayın Perinçek’e de belirttim. Çandar’ın diplomatik
gazeteci1iği açıklandı. Ben kafamı gazetecilerin diplomatlığına
takmış değilim;diplomatların çantalarındakine kafam takılmış.
M.Ali Birand ve Güneri Cıvaoğlu’nun çantasındaki Özal
reçeteleri nelerdi? Ve Apo’nun bu diplomat gazetecilerin
çantasına soktuğu sözler nelerdi? Dayatılan “Yeni Dünya
Düzeni” politikaları temelindeki anlaşma hangi esaslara
dayandırıldı? Bu görüşmeleri yapan Apo, Merkez Yürütmede
görevli bulunan Abdurrahman Kayıkçı arkadaşı dışarı
çıkardığından, bu konuda dışarıya sır sızdırmıyor. Merkez
Yürütmemizin Apo’nun sırlarına ortak olmaya hakkı yok.
M.ALi Birand ve Güneri Cıvaoğlu’nun sırdaşlığı bizim
yoldaşlığımızı aştığından, yürütülen gizli diplomasinin
ürünlerini pratik gelişmelerden öğreniyoruz.
”Yeni Dünya Düzeni” politikasına bağlı olarak, Özal
kendi takımını hazırlıyor. Biliyorsun Yıldırım Akbulut gitti,
Mesut Yılmaz geldi. Biliyorsun ”Yeni Dünya Düzeni”nin şiarı
“hoşgörü”dür. Hoşgörülü, centilmen Mesut’un iş başına gelişi
tesadüfi değildir.Özal tarafından Apo’ya gönderilen son
diplomat-gazeteci Güneri Cıvaoğlu’nun Mesut Yılmaz’ın
sözcülüğünü yaptığına dikkatini çekmek istiyorum, ama buna
dikkat çekmeğe gerek olduğuna da inanmıyorum; çünkü
gördüğüne inanıyorum.
Karasu,
Mücadelenin oldukça kritik bir aşamadan geçtiği
konusunda seninle hemfikirim ve yine, böyle kritik dönemlerde
yaşanan bölünme ve ayrılıkların objektif olarak karşı-devrime
hizmet ettiği konusunda da seninle hemfikirim. Bu öngürüyle
yola çıkmak yeter1imidir? Bu soruyu kendimize soralım! Ne
olursa olsun birlik mi diyelim? Tarih tecrübidir, Karasu! II.
Enternasyonalin oportünist birliği devrimci bölünmeye
uğramasaydı,17 Ekim Devrimini kazanamazdık.O günler de
çok kritikti ve devrimciler bölünme ve ayrılmanın kaçınılmaz
zorunluluğu karşısında sağa-sola savruldular; duygusal
yakınmalar oldu, “neden bölünüyoruz, safları bölmeyelim”
denildi.Öleceksek de, satılacaksak da, birlikte ölelim, birlikte
satılalım sarhoşluğu mu diyelim veya apolitik duygusallık mı
diyelim, bu, siyaset değildir Karasu! Veya derviş siyasetidir.
Biz diyoruz ki, diplomat-gazetecilerin çantasına
girmeyeceğiz! “Yeni Dünya Düzeni” politikasının Orta-Doğu
usulü çifte tellisi içinde göbek atmayacağız! Kendimizi bundan
ayrı tutuyoruz .Ayrılmak bir zorunluluk Karasu!
Bu, salt bizim için değil, Apo için de öyle. Kaldı ki, bizi
dıştalamanın ilk adımlarını Apo attı. IV. Kongrenin üstünden
20 gün geçmeden, ben ve Baran arkadaşın görevleri, 25 kişilik
MK’nin 5 üyesinin katılmış olduğu toplantıda, Apo’ nun
talimatı üzerine donduruldu ve soruşturmaya alındık. Bunun
ilginç bir tesadüf olup olmadığına sen karar ver Karasu!
Özal’ın kendi takımını hazırladığı sırada Apo da kendi takımını
hazırlamaya başladı.
Parti tüzüğünün ruhuna aykırı da olsa, uygulamaya bir
şey demedik; ayrılmayı hiç düşünmedik. Kongrenin aldığı
kararlara göre, parti içi soruşturmalar Merkez Yürütmenin (
polit büronun bizdeki karşılığı merkez yürütmedir )
sorumluluğundaydı. Ne var ki, biz Merkez Yürütme üyesi
olduğumuz halde, bizim soruşturmamız Merkez Yürütme
tarafından değil, Apo’nun direkt kontrolü altında oluşturulan
özel bir gizli örgüt tarafından yürütüldü. Bu gizli örgütün
başına da Abdurrahman Kayıkçı arkadaş getirildi. Kongre
kararlarına aykırı olarak oluşturulan ve MK’den dahi gizli
tutulan “Çizgiyi Koruma Birliği”nin ilk tarihi görevi bizi
tasfiye etmek biçiminde tespit edildi. Özcesi, parti yapısından
gizli bir soruşturma dayatıldı. Apo’nun planına göre bana bir
itiraf yazdırılacak ve bu itirafta ben ajan olduğumu, ajanlığımın
cezaevine girişle başladığını, cezaevinde gizli şahin rolü
üstlendiğimi, direnişleri kırdığımı, direnenleri kendi etkimin
altına aldığımı, cezaevindeki direnişleri liberalizme çektiğimi
söyleyeceğim, dışardaki görevimin de Apo’yu temizlemek,
tasfiye etmek olduğunu açıklayacağım ve af dileyeceğim. Yüce
Apo da insafa gelip, beni kazanma adına, ya af edecek, ya da
ben Mazlumlara ihanet eden birini af etmem kahramanlığı
taslayıp, bir ajanın işini bitirecek. İş bununla bitmiyor tabii!
Ben ajanlığı kabul ettikten sonra, cezaevindeki bütün kadrolar
özeleştiriye çekilecek; dışardaki arkadaşlar özeleştiriye
çekilecek; çünkü hepsi ajan Şener’in etkisinde kalmışlar. Tabii
ajan Şener’in en fazla etkisinde kalan da Mustafa Karasu ve
Sakine Cansız arkadaşlardır. Apo bunu her gün vaaz ediyor.
Tabii sebebsiz değil; Karasu da, Sakine de, Apo’nun
popülaritesini zedeleyecek kadar saygın arkadaşlar oldular;
oysa Apo kendi dışında bir kişilik kabul etmiyor.
Oldukça hesaplı olan Apo, Abdurrahman Kayıkçı
arkadaşı bilerek seçiyor; çünkü o da cezaevinden çıkmış ve
temizliği ona yaptırıp, cezaevinden gelebilecek olası tepkileri
frenlemek istiyor. Ama Apo’nun hesabı hiç de tutmadı.
Biliyor musun Karasu, nisan ayının başında tutuklandım.
Tutuk1andığım sırada iki üç milyon insanımız dağlara
kaçıyordu.Çok kritik bir dönemi yaşıyorduk, senin sözünü
ettiğin kritik günleri. Apo, Saddam’la ilişkileri, Orta-Doğu
labirentlerinde üretilen taktik ilişkileri, bozmamak için,
kongrenin savaşa savaşla cevap verme kararını yok sayarak,
KDP’den de YEKİTİ’den de çok daha örgütlü bir güce sahip
olan bizi savaşa sokmadı. Karasu, kadın, çocuk , tüm halk
ayaklanmışken, Apo’nun talimatları gereği, 2500 gerillamız
Türkiye – Irak hududunda sırt üstü yatırıldı.Çok kritik günler
yaşadık; halk olarak yaşadık ve belki de, tarihteki en büyük
fırsatı yakaladık. Hani, geçmişte tarihi fırsatları
yakalayıp,bundan faydalanmayan önderlikleri çok
lanetliyorduk ya, işte, böyle tarihi bir fırsatta, öyle lanetli bir
duruma mahkum edildik.
Karasu,
Halkımız ülkeyi boşaltırken ve Saddam’ ın faşist orduları
halkı önüne katmış, kırarken, Apo’nun talimatları gereği, biz
yine seyirciydik. Ben kişi olarak soruşturma altındaydım ve
görevden alınmıştım. İnsanlarımız oldukça namusludur,
namussuzluğu objektif olarak görüyor ve kabul etmiyorlardı;
”Biz niye savaşmıyoruz? Niye direnmiyoruz?” sorularını soran
savaşçılar ve kadrolar halkı koruma, düşmanı savaşla karşılama
kararına vararak, direnişe geçtiler. Çok kritik dönemler
resmiyeti aşındırıyor; soruşturma altında olmamızın bir anlamı
yoktu. Zaho mıntıkasında halkın kaçışını durdurduk, karşı
saldırıya geçtik, düşmanı mevzilerinden püskürttük. Zaho’ya
hücumun arifesinde Apo’nun yeni talimatıyla tutuklandım. Bizi
savaştan kaçmakla suçlayanlar, cephede tutuklamaya
başladılar.
Ve böylece Karasu, içine girdiğimiz direnişi gören halk
”Yaşasın PKK!” sloganını haykırmaya başlamışken, Apo’nun
talimatiyla savaştan çekilen PKK’nin yerine, Zaho’ya ABD
orduları girdi; Halk da ”Yaşasın BUSH! ” sloganını atmaya
başladı. Devrimcilerin bıraktığı boşluğu karşı devrimci ordular
doldurdu. Doğa boşluğu sevmiyor.
Biz kaçmadık Karasu! Düşmana karşı siperlerimizde
savaşırken tutuklandık. Yalan gerçeği gizleyemiyor; yalanın
farkına varan insanlar da namusunu konuşturuyor. Bize cellat
olarak seçilen arkadaşlarımızın devrimci tavırlarıyla,
hakkımızda planlanan komployu boşa çıkarıp, partiye sahip
çıkmak, devrime sahip çıkmak için açık tavır aldık.
Karasu;
Soruşturmaya alınmamız, tutuklanmamız, bir dizi
gelişmenin son halkasıdır, başlangıcı değil. Tarih tek tek
kişilerle başlamıyor ve başlamaz. Son gelişmeler de benimle
başlamadı. Ben, benim dışımda yaşanan parti gerçeğine tanık
oldum ve tavrımı aldım.
Koşullara kendimi uydurmadığım konusunda seninle
hemfikirim; bir tahribata kendimi uyduramazdım. Devrimci
insanlar ajan diye katledilirken, ben de ”vurun” diyemezdim.
”Her biri bir parça vatan” olan insanlarımız, kutlu önderimizin
popülaritesi uğruna katledildi. Ben de bu oyuna katılsamıydım?
Keskin savaş edebiyatı arkasında yürütülen en sinsi
oyunlara ve geliştirilmek istenen politika1ara seyirci
kalamazdık. Ülkemizin Osmanlının Yemen’ine dönüşmesine
müsaade edemezdik. Orta-Doğu’nun labirentlerinde ”Yeni
Dünya Düzeni”nin kuklası olamazdık, kukla olunmasına
müsaade edemezdik. Partinin tekke haline getirilmesine, şeyh
mürid ilişkisine katlanamazdık; harem bekçisi olamazdık.
Mata-Harilerle idare edilen bir partinin figüran1arı olamazdık.
Çok ağır konuşuyorsam özür dilerim. Yalan üstüne de
kurulu olsa, her yıkım acı veriyor ve bizler her gün bu acıyla
kahrolduk. Acımızı içimize atarak bir derviş gibi
yaşamaktansa, bir derviş gibi yitip gitmektense, zor ama, bir o
kadar onurlu olan gerçeğe sahip çıkma görevini üstlendik.
Bunu yaparken bize “aferin” demenizi beklemedik, böyle bir
düşüncemiz olmadı. Çünkü, gerçeği kavramanın biraz da
gerçeği yaşamak olduğuna inanıyoruz. Durumu yaşamadan
kavramak çok zor Karasu!
Apo bizi kaçmakla suçluyor.İlahi önderimiz, sevgili
önderimiz çok tatlı konuşuyor. Bizi savaş siperlerinden alıp
tutuklatacak ve her türlü zoru da öngören bir planla, bize
ajanlık dayatacak ve bizde öyle duracağız, ona boyun eğeceğiz,
öyle mi?
Biliyor musun Karasu, sevgili önderimiz ”Siz Kürdistan
dağlarının kıymetini bilmiyorsunuz; insan orada bir ordu
saklar, bir ordu kurar”diyor. Çok doğru söylüyor tabii. Ama,
şehitlerimize küfür edecek kadar saygısızlaşan sevgili
önderimiz, bir türlü lütfedip, dağlarımıza gelip, orduyu
kurmuyor; her nedense kardeşini de göndermiyor. Fidel ve
Raul Castro’ların kulağı çınlasın! Bizimkiler uzaktan
kumandalı çalışmanın rahatlığını keşfetmişler. Yine sevgili
önderimiz, “benim ülkeye gelmem provokasyon olur, çünkü
düşman beni yok etmek için bütün gücüyle size yüklenir.”diyor.
İnan Karasu, onun ülkeye gelmesini isteyen yok; kendi
pisliğini bize bulaştırmasın yeter. Bizi savaştan kaçmakla
suçlayanlar, savaşa lütfetsinler! Mao’nun silahı sırtından
düşmedi; Fidel en önde savaştı; Ho Şi Minh Vietnam dağlarını
ana karargahı yaptı. Önderlik budur.
Ben bu tür kısır tartışmalara girmek istemiyorum; ama,
bazı şeyler var ki, söylenmeden olmuyor.
Bizi Güney Kürdistanlı güçlere sığınmakla suçluyorlar.
Oniki yıldır sığıntı olarak yaşayanların ve yaşadıkları
sığınaklarda bizi satanların bunu söylemesi bize ancak onur
verir. 83’te KDP’nin verdiği kamplarda kalan kimdi? Daha bu
yılın başında, tüm Güney Kürdistanlı güçlerle bir araya gelip,
mücadele sözü verip, ardından mücadeleyi hançerleyen kimdi?
Karasu, bizim insanlarımız Filistin örgütlerinin yanında
yıllarca kaldılar ve hala Lübnan’daki kampımız Demokratik
Cephenin kontrolü altındaki alandadır. Acaba hangi Filistinli
örgüt Güney Kürdistanlı örgütlerden daha devrimci?
Arafat’ınki mi? Havatme’ninki mi? Bir gücün kontrolünde
bulunan bir sahada yer almak ona teslim olmak mıdır?
Buradan açıklıyoruz ve bütün dünya duysun! Biz Güney
Kürdistanlı tüm güçlerle ilişki içindeyiz; KDP ve YEKİTİ’nin
başını çektiği tüm cephe güçleriyle ilişki içindeyiz. Ve bu,
partimizin IV. Kongresinin ”Acil Hedefler Programı”nın
sınırları çerçevesindeki dostluk ilişkisidir. Biz bir ulusal
hareketiz ve ulusal siyasetimizde rol oynayan tüm güçlerle
ilişki içinde olmayı ulusal politika olarak görüyoruz.. Bunu
Mao da, Ho Şi Minh de, Kastro da yaptı. Ulusal bir politika
izlemek ideolojik yaklaşımımızı aşındırmış değildir, eleştiri ve
dostluğu birlikte ele alıyoruz.
Karasu;
Biz ne KDP’ye, ne de başka bir güce partinin bir tek
değerini bile teslim etmedik. Kontrolümüzde olan değerlerin
kuruş-kuruş hesabını tüm arkadaşlara ve halka vereceğiz.
Kontrolümüzde olan değerlerin halkımızın değerleri olduğuna
inanıyoruz. Ancak gerillamız açlıktan kırılırken, partiye ve
halka bir tek kuruşunun hesabı dahi verilmeyen yüz
milyonlarca dolar ve markın hesabını da istemek lazım. IV.
Kongremiz partinin yıllık bütçesinin yapılmasını ve düzenli
bütçeye geçilmesini istedi diye, sevgili önderimizin tepesi
atmış.
Sevgili Karasu;
Tarihin her şeyi ispatlayacağı ve gerçeğin pratikle ortaya
çıkacağı tespitine katılıyorum. Tarih herkesi yerli yerine
oturtuyor.
Beni/Bizi PKK’yi TKP’lileştirmekle suçlayan Apo,
TKP’yi TÖBEKP yapan Özal’la birlikte ve diplomat gazetecilerin
ince diplomasilerinin yardımıyla, ” Yeni Dünya
Düzeni” politikalarının ağır gölgesinin sinmiş olduğu Orta-
Doğu labirentlerinde, PKK’yi de tövbe ettirmeye çalışırken, bu
tövbeye karşı çıkmak karşı-devrime alet olmaksa, karşı
devrimciliğe devam edeceğim. Bu tavır seni/sizi utandıracaksa,
utandırmaya devam edeceğim.
Gerçekten de, tarihe güvenmek çok güzel bir olay; tarihe
güvenirken, tarihe karşı sabırlı da olmak gerekir, öyle değil
mi?
Karasu;
Beni, ilginç düşüncelerimden dolayı cezaevinde filozof
ilan ettiğinizi ve şakalaştığınızı belirtmişsin. Cezaevindeki
günlerimizi anımsattığın için teşekkür ederim. Oradaki
arkadaşlıklarımızın şiir gibi çok güzel bir tadı vardı ve
çoktandır bu tada hasret kaldık. Biliyor musun, şu anda iki kişi
yan yana gelse ahbap-çavuş, üç kişi yan yana gelse gurupçu,
dört kişi yan yana gelse komplocu oluyor. İçerdeki
hoşgörülerimiz dışarda bu eksende devam ediyor. Bir ömürsün
Karasu! Keşke ömrün yetse de tarihin gerçeğe şahitliğini
görebilsen.
Diyalektik, bilimsel olanı dürtüyor ve konuşturmadan
etmiyor; mutlaka konuşmak zorunda kalıyorsun. Gel gör ki,
engizisyoncular, yani bilime ve gerçeğe düşman olanlar,
işkenceleriyle, insan fırınlarıyla hala gerçeğin önüne geçmeğe
çalışıyorlar. Papa Bruno’ya yenildi Karasu!
Senin mektubunu bildiri halinde dağıtıyorlarmış . Tabii,
senin bana/bize karşı çalışacak kalemine korkunç ihtiyaçları
var. Ama, Apo’ yu zora soktun biraz, çünkü üç aydır, senin de
Şener’in etkisinde kaldığını söylüyor, yani sana karşı da tavır
almış. Apo sadece bu açıklamalarınla yetinmeyecek! Şimdi ne
yapman gerekir biliyor musun? Benim nasıl bir ajan
olduğumun hikayesini yazmalısın, çünkü, senin de be1irttiğin
gibi, beni en yakından tanıyan sensin. Şunu demelisin: Şener
alçağı (çünkü sevgili önderimiz alçak lafından çok hoşlanıyor)
80’de yakalandığında Kolordu Komutanı Cemalettin
Altınok’1a görüşerek ajanlığı kabul etti.Şener’in ajanlık görevi
cezaevinde PKK’yi çökertmekti. Şener alçağı, 81 Direnişinde,
HAYRİ ve KEMAL arkadaşlara hain diyerek, onları gözden
düşürdü. 81 Direnişinin yenilgiyle sonuçlanmasında hain oğlu
hain Şener belirleyici rol oynadı. Bilinsin ki hain Şener’in
annesi de, babası da haindir (babamla ilgili ajanlık hikayesini
Bedrettin’e yazdırın, o da babamı tanıyor). Kardeşleri ve
bilcümle sülalesi haindir. Evet, 82’de, 14 temmuzda HAYRİ ve
KEMAL arkadaşların eylemine 45 gün katıldı, çünkü
düşmandan aldığı talimata göre, bu arkadaşlar ölecek ve Şener
ihanetçisi önderliği ele geçirip, ihaneti geliştirecekti. 83
direnişi Şener’in yönlendiriciliği altında liberal bir tavırla
yenilgiye uğradı. 84 Ocak direnişinde Şener hepimize tek tip
elbise giydirdi; bizi de uyutup, kararını bize mal etti ve tabii ki
direnişimiz ağır bir yenilgiyle sonuçlandı; biz de kendimizi
uyutup, Brest-Litovsk hikayeleri uydurduk. Şener alçağı
bundan sonra da sinsi planlarına devam etti ve 84-86 arasındaki
örgütsel krize neden oldu. Krizi çözmek isteyen devrimci
arkadaşımız Fuat Çavgun’u karşısına aldı, örgütü Fuat
Çavgun’a, Fuat Çavgun’u örgüte saldırtıp, birbirine kırdırdı ve
bizi uyutup, örgütü ele geçirdi.88 Şubat direnişini reformist bir
çizgiye çekip, Kürdistan devrimini dil sorununa bağladı. Hatta
o kadar ince zekalı bir ajandı ki, önderimiz Apo dahi 88
direnişinin reformist sırrına eremeyip, bu direnişi övdü.
Devrimci arkadaşımız Fuat Çavgun’u hain ilan eden Şener
alçağı, Allah’la işbirliğine girecek kadar şeytanlaşıp, 87-88
sonbahar, kış ve ilkbahar mevsimlerinin çok yağmurlu
geçmesini isteyip, tünelimize su doldurdu. Şener haininin tesiri
altında kalan bazıları yakalandığında çözü1üp tünelimizi açığa
çıkardılar. 88 Ekiminde, cezaevi direnişinde Şener sürgün
edilmeyip, Diyarbakır cezaevinde bırakılarak direnişin tasfiye
edilmesiyle görevlendirildi. Arkadaşlarımız ölümle
cebelleşirken, Şener alçağı onların gıcığına çikolata yedi ve
anlaşmayla direnişi tasfiye etti. Ve dahası var: bu alçak bütün
bunları idam olmamak, idam cezası almamak için yaptı. Ama
o kadar gözü kara bir ajandı ki, dışarı çıktığında da işine devam
etti ve bu kez de sevgili önderimize yöneldi. Şimdi de kaçıp,
Güney Kürdistan’da bir Amerikan üssünden yüzbaşı rütbesiyle
telefonlar ediyor. Alçak Şener, bu yaptıkların yanına
kalmayacak!
Evet Karasu, Apo böyle buyurduğu için, böyle
yazmalısın! Kendini biraz zorla canım! Devrim içindir diyerek,
biraz yalan yazı yazmayı gururuna yedirmelisin! Gururun
kaldırmıyorsa, Allah sana yardımcı olsun o zaman. Gerçeğin
yalana ihtiyacı olmadığını söylediğini duyuyorum ve yalana
kimlerin ihtiyaç duyduğunu belirtmeni bekliyorum.
Bu mektubu açık olarak, tüm kamuoyunun tanık olacağı
biçimde sana yolluyorum; bütün sol dergilere de ileteceğim.
Bakalım Apo’nun dolaylı sansürünü kaç kişi kırıp, bunu
yayınlayacak? Gazetecilik namusu zor iş! Sen de 2000’e
Doğru’ya kızmışsın. ”Şener’in söylediklerini niye
yayınladınız?” demişsin, ”gücü nedir, kaç buçuk kişidirler?”
demişsin. İlahi Karasu, Apo parti içinde konuşmamıza
müsaade etmedi; Sayın Perinçek anlattıklarımızı sansürlemekle
kalmadı, onların çarşaf çarşaf açıklamalarını bekleyip, öyle
yayına geçti. Ve sen hala kızıyorsun! Konuşmaya hakkımız
yokmu? Sana sesimizi duyurmak için cezaevine mi düşelim
yani?
Hepinizi en derin saygı ve sevgilerimle kucaklar,
selamlarımı iletirim.

Tarih kişileri değil, gerçeği beraat
edecektir.

MEHMET ŞENER
28 Haziran 1991




IRAK´TA KÜRT AYAKLANMASI VE TAVRIMIZ

Dünya kamuoyu iletişim araçları olaydan ”Kürt Baharı”
olarak söz etti. Eğer bahar yaşama işaret ediyorsa ve eğer
halklar için yaşamak özgürlükse, çok kısa bir süre de olsa,
gerçekten de halkımız tam anlamıyla bir bahar yaşadı. Bir ayı
bile aşmadı, kimi yerlerde beş altı gün sürdü, ama halkımızın
topyekun ayaklanmasıyla birlikte fiili bir özgürlük ortamı
yakalandı.
Kürt Baharı uzun sürmedi. Kürdistan dağlarının
doruklarında, vadilerinde dondurucu soğuklara dayanamayıp,
toprağa gömülen Kürt çocuklarının masum yüzlerindeki
buruklukla, o da toprağa gömüldü. Acıydı, ama gerçekti.
Özgürlük baharı dondurucu bir kışa dönüştü ve tarihin en
büyük yenilgisine dönüşen bir kuşatmayla birlikte yakalanan
özgürlük olanağı da yitirilmiş oldu.
Halk olarak, tarihte bir çok fırsat yakaladığımız ve
bunları değerlendiremediğimiz söylenir. Biz, nesil olarak,
böyle bir tarihi fırsatı bizzat yaşadık, yani tarihten okumadık,
bizzat olayın içinde olduk. Okuduklarımızla yaşadıklarımızı
kıyaslayınca, 91 baharında yakalanan fırsatın daha önceki hiç
bir dönemle kıyaslanamayacağını gördük.. Ancak, bu fırsat
yakalandığı anda yitirildi ve yitiren de biz olduk.
Özellikle tarihe maddi verilerle yaklaşanlar ve bu
yaklaşımla doğru sonuçlara ulaşanlar, doğru sonuçlara
ulaşmalarına rağmen, yakalanan fırsatı neden
değerlendiremediler? Halk olarak bu yeni fırsatı yitirmemizin
nedenleri nelerdi?
Bu soruların, parti hareketimiz tarafından mutlaka
sorulması gereklidir. Neden?
Çünkü, ulusal bağımsızlık şiarı altında ve ilerici,
devrimci bir programla, halkımıza öncülük etme iddiasında
olan partimiz bu fırsatın yakalandığı süreci en örgütlü güç
olarak yaşadı. Bu fırsatın yitirilişini parti olarak yaşadık; yani
olay, parti edebiyatımızda çok eleştirdiğimiz geçmiş tarihi
dönemlerden birine ait değil. Yitirilen bu tarihi fırsatta, tarihin
eleştirici projektörlerinin altında biz bulunuyoruz.
Egemen olan resmi edebiyatımızın olaya yaklaşımı
kendini gelişmenin dışında tutan bir yaklaşımdır. Ve bu
yaklaşım samimiyetsizlikten ve iki yüzlülükten başka bir şey
değildir. Bugün partimizin resmi yayınında, ”ilkel milliyetçiler
kaçtılar, ihanet ettiler, ülkeyi pazarladılar” sövgüleri almış
başını gidiyor. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan, vatan
kurtarıcısı pozlarında karşımıza çıkıp, Irak’ta yaşanan rezaletin
sorumlularını kendi dışında arayıp, bulup, bir güzel mahkum
ediyor. Sanki bu olay geçmiş bir tarihi kesitte yaşanmış ve
sanki PKK tarihe bakıp kendisi için dersler çıkarıyor.
Gerçekten de tarih karşısında, insanlık alemi karşısında
bir rezalet yaşadık. Hiç bir halk kendi tarihinde bu denli büyük
bir onursuzluğu belki de yaşamamıştır. Bir diğer gerçekte
şudur ki, bir halkın onurunun kırılmasında, rezil olmasında en
büyük pay o halka öncülük eden güçlere düşer. ”Partimiz
ülkemizin her parçası için biricik öncü güç durumuna
gelmiştir, bütün Kürdistan halkı umudunu partimize
bağlamıştır” diyen Abdullah Öcalan, ”ilkel milliyetçileri”
kaçkınlıkla, ihanetle suçlarken, her nedense biricik öncü güç
durumuna gelen PKK’nin rolünden hiç söz etmemektedir.
Tüm Kürdistan halkının umudu ve öncü gücü
durumundaki PKK Güney Kürdistan’da ne yaptı?
Biz bu soruyu sadece sahte önderliğin yalan üzerine
kurulu söylemini açığa vurmak için değil, Kürdistan
devriminin kendi iç diyalektik bağını ortaya koymak ve
devrimci çözüm olarak belirlenen bazı tavırların devrime darbe
vuran yanlarını deşifre etmek için ortaya atıyoruz.
Kürt Baharını doğru bir değerlendirmeye tabi tutmak
için, olayı hazırlayan koşulları irdelemek gerekiyor. Ve yine
öncü güçlerin yaklaşımlarına ve konumlanışlarına göz atmak
gerekiyor.
Güney Kürdistan’daki hareket 88’de büyük bir yenilgiye
uğramıştı. Bu yenilgi nedeniyle, silahlı peşmerge gücüyle
birlikte önemli bir sivil halk kesimi de dışarı kaçmıştı. 88
yenilgisinin ardından, Saddam yönetimi hiç bir zaman hakim
olamadığı Kürdistan’a tamamen hakim oldu. Bu hakimiyet
sadece coğrafyaya hakimiyet olarak gerçekleşmedi; halkın
öncü muhalefeti tamamen kırıldığı gibi, tüm halk kitleleri bu
veya şu yoldan düzene bağlanacak tarzda gerçekleşti.
Tüm Kürdistan halkı stratejik köylerde bir araya
getirilirken, hemen hemen herkes zorunlu bir şekilde çetecilik
kurumunun içine çekildi. Böylelikle sömürgeci idari
mekanizmanın yanı sıra ”müsteşar” denilen çete reisleri de
halkın kontrolünde köprü rolü oynamaya başladılar. Gerçi
çetecilik olayının çok uzun bir geçmişi vardı, ama yeni süreçte
Kürdistan’da kalan herkes bu kuruma tabi olmak zorundaydı.
Yenilginin ardından halkın bu şekilde, tamamen
sömürgeci idareye tabi kılınması ve öncü güçlerin ağır bir
yenilgi sonucunda yurt dışına çekilmiş olması, halkı devrim
umutlarını, kurtuluş umutlarını tamamen kaybetme noktasına
getirmişti. Bu tam bir boyun eğişe tekabül ediyordu. Sömürgeci
yönetim de kendisine tabi olmanın dışında başka bir çıkış
yolunun olmadığını pratik bir olgu olarak halka dayatıyordu.
Sömürgecilerin kendilerine karşı muhalefete yönelenler
üzerinde ağır bir baskı uygulaması, kendilerine tabi olanlara ise
kısmi yaşam olanakları sunması, öncüsüz kalan halka boyun
eğmesi ve yönetime tabi olması dışında bir seçenek
bırakmıyordu.
88’den 90’nın ortalarına kadar halk arasında düzene karşı
en ufak bir muhalefet çalışması bile yapılmış değildi. Öyle ki,
halk tüm tarihi boyunca yanı başında hissettiği direniş
kuvvetlerini neredeyse tamamen unutmuş bulunuyordu.
Direniş, geçmişte yaşanan güzel bir hikaye durumundaydı.
Irak’ın Kuveyt’e girişiyle birlikte çok hızlı bir değişim
süreci yaşanmaya başlandı. Hemen hemen tüm dünyanın
Saddam’a karşı muhalefet etmesi ve uygulanan ekonomik
ambargo tüm toplumu derinden etkiledi. Saddam’ın savaşı
göze alması ve kendini savaşa göre hazırlamasıyla birlikte,
topluma dönük ikinci bir ambargo olayı yaşandı.
Faşist siyasal baskı, sindirme ve katliamlarla halkı zaten
tam bir korku ortamı içine hapseden yönetim, ekonomik
kısıtlamaya da başvurunca, yaşamak artık tümden çekilmez bir
hal aldı.
Gerçekten de halkı düzene bağlayacak hiç bir şey
kalmamıştı, ama düzene karşı harekete geçirecek bir güç de
bulunmuyordu. Bu durumda Saddam’ın devrilmesine yönelik
tüm umutlar Müttefiklerin saldırısına bağlanıyordu.
Çıkacak savaşı bir iç savaşa dönüştürme göreviyle
yükümlü bulunan devrimci güçlerin, o günkü koşullarda
durumları neydi?
Güney Kürdistan özgülünde faaliyet gösteren Kürdistani
Cephenin içinde yer alan hareketler, 90’nın ortalarından
itibaren küçük birlikler halinde bu ülke parçasına müdahale
etmeye başlamışlardı. Henüz yeni olan bu müdahale halkla
iletişim kurmuş değildi. Ancak üst düzeydeki çete reislerine
mektup ve sözlü mesajlar ulaştırılmış, birlikte hareket etmeleri
için ikna edilmelerine çalışılmıştı.
Şurası bir gerçek ki, müsteşarların sözlü veya yazılı
yanıtları ne olursa olsun, böyle bir çabanın sonuç vermesi
mümkün değildi. Çünkü müsteşarlar devlet karşısında tavır
alacak cesareti gösterebilecek durumda değillerdi. Ancak çok
olağanüstü koşullarda, yani devlet otoritesinin silikleştiği bir
ortamda böyle bir tavır geliştirebilirlerdi. Evet, son dönemlerde
Saddam iktidarı, müsteşarlara karşı da yavaş yavaş harekete
geçmiş ve tüm müsteşarlarda tedirgin bir bekleyiş başlamıştı.
Ama Kürdistani Cepheye karşı geçmişteki olaylardan
kaynaklanan güvensizlik ve Cephenin güven verici bir güce
ulaşmamış olması, müsteşarların tercihini iktidardan yana
çeviriyordu.
Müsteşarları atlayarak halkla direkt kurulan temas ise
cılızdı. Her alanda dar bir çalışma varsa da, bu çalışma bir
devrimi değil, bir gösteriyi bile kaldırabilecek boyutlarda
değildi.
Bütün bunların yanı sıra geniş halk kitlelerinin Saddam
iktidarına karşı amansız bir kini ve öfkesi vardı. Uzun bir
geçmişi olan bu kin ve öfkenin, son olarak içine girilen süreçte
çekilmez bir hal alan yaşam koşullarından kaynaklanan siyasi
ve ekonomik nedenleri de vardı. Ne var ki, öncüden yoksun
olan örgütsüz halk kitleleri bu kin ve öfkeyi dışa vuracak bir
girişimde bulunmaya cesaret edemiyorlardı.
Güney Kürdistanlı güçlerin yanı sıra, PKK’nin de bu
alandaki konumunun üzerinde önemle durmak gerekir.
Partimiz 82’den bu yana Irak sahasını bir geri üs olarak
kullanıyordu. Bu durum Güney Kürdistan’lı halk kitleleriyle
belli bir ilişki kurulmasını sağlamıştı, ama bu ilişki örgüte
dönüşebilecek durumda değildi; sınırlı bir ilişki söz konusuydu.
Güney Kürdistanlı güçlerin 88’de yenilmesinden ve bu
alanı terketmesinden sonra da partimiz coğrafi olarak bu
alandan kopmadı ve burayı bir geri üs olarak kullanmaya
devam etti, ama yalnızca sınır hattı boyunca ve çok derine
inmeyen bir kullanım söz konusuydu. Bu, zaman zaman
bizimle Irak kuvvetleri arasında çatışmalara neden oluyordu.
Bu çatışmalarda kimi arkadaşlarımız düşmana esir düşmüş,
kimileri de yaralanmıştı. Sınır hattında halkın olmayışı ve
buraların tamamen askeri bölge olarak kullanılması, partimiz
ve güney halkı arasında direkt teması engelliyordu.
Ancak, Irak’ın Kuveyt’e girişinin ardından uygulanan
ekonomik ambargoyla birlikte, Irak hükümeti kaçak sınır
ticaretini gündeme getirdi. Türk devletinin de bilgisi dahilinde
gelişen bu ticaret olayında, sınırın bizim kontrolümüz altında
olmasından dolayı, Irak hükümeti eski katı tutumunu terkedip,
bizimle zımni bir anlaşmanın içine girdi ve bu anlaşma giderek
resmilik kazandı.
Yumuşamayla birlikte, sınırın halk trafiğine açılması,
halkla direkt temasımızı sağlayan koşulları yarattı. Bunun bir
sonucu olarak, 90’nın sonbaharında, özellikle Zaho ve Dahok
mıntıkalarında bazı ilişki noktaları yakalandı. Bunun yanı sıra
kimi tüccar ve müsteşarlarla da gerekli temaslar kuruldu.
Oluşan yumuşama ortamından faydalanarak halk
arasındaki çalışmalarımızı hızlandırmak ve olası bir savaş
durumunda müdahale edebilmek amacıyla atılan adımlar umut
verici bir düzeyde gelişme gösteriyordu. Güney halkı da
peşmerge gücünü yanı başında gördüğünden dolayı, büyük bir
sempati ve ilgiyle partiye yaklaşıyordu.
Ancak Irak yönetimi bizim halkla temasımızdan
rahatsızlık duydu ve direkt devreye girerek, yavaş yavaş
ilişkileri kendinde düğümleme doğrultusunda adımlar attı.
Yönetim her şeyin kendi aracılığıyla yürütülmesini
dayatıyordu. Aslında fazla dayatma şansına sahip olmamasına
rağmen, parti, parti sekreterliğin verdiği direktiflerle, Irak
muhaberatının dayatmasına boyun eğdi.
Gerçekten de IV. Kongre Hazırlık Komitesinin alana
müdahale etmesinden sonra, güney halkıyla ilişkilerimiz
daralıp, tüccarlar, müsteşarlar ve muhaberatla sınırlı kaldı.
Oysa bu süre içinde bizzat kamplarımıza kadar gelen, haber
gönderen çevreler ilişki arıyorlardı ve bizimle birlikte çalışmak
istiyorlardı. Ne var ki, Irak’la aramızı bozmayalım diye bütün
bu olanaklar tepildi ve Irak’la olan ilişkiye bir nevi diplomatik
ilişki statüsü verildi. Açıktır ki, bu ilişki Irak’a sınır ticaretinde
önemli bir rahatlama sağlıyordu, bizim için ise ciddi bir sonuç
vermiyordu.
Irak’ın bizimle ilişkilere önem vermesinin bir diğer
nedeni de TC’nin savaşa girme ihtimaliydi. Irak, TC’nin
güneye sarkmasına karşı bizi bir baraj olarak kullanmak
istiyordu ve bundan dolayı da sınır boyuna yerleşmemizi teşvik
ediyordu.
IV. Kongremiz savaşın arifesinde gerçekleşti ve çıkma
olasılığı büyük olan savaş karşısındaki tutumumuzun ne
olacağı sorusuna cevap aradı. Bunun bir sonucu olarak
Kongrede ”Acil Hedefler Programı”na gidildi. ”Acil Hedefler
Programı”ında savaşın çıkabileceğine dikkat çekiliyor ve savaş
çıkması halinde, aktif olarak savaşa müdahale etme kararına
varılıyordu.
Acil Hedefler Programının iki çıkış noktası vardı:
bunlardan biri TC’nin müdahalesi, ikincisi ise Güney
Kürdistan’da bir otorite boşluğunun doğacak olmasıydı.
TC müdahale edecek olursa, güneydeki halk kitleleri
savaş içinde örgütlendirilerek, halka dayanan bir direniş içine
girilecek ve bu direnişe gerilla gücümüzle öncülük edecektik.
Ayrıca kuzeyde de düşmanı arkadan vurma yoluna gidecektik.
Halkla bu temelde sağlanan ilişkiler sayesinde, doğacak otorite
boşluğunu halkın devrimci otoritesiyle dolduracak ve gücümüz
el veriyorsa, bir hükümet kurarak, bağımsızlık ilanı yönünde
adımlar atacaktık; parti olarak gücümüz buna yetmiyorsa,
Kürdistani Cephe içinde yer alan diğer güçlerle birlikte hareket
ederek bağımsızlığı hedefleyecektik; bu da olmazsa federal bir
çözüm yoluna gidecektik.
IV. Kongremizin Acil Hedefler Programı, gerçekten de
halkımızın tüm umut ve özlemlerini, döneme özgü bir şekilde,
ifade ediyordu.
Savaş çıktığı anda, Zaho’dan İran’a kadar olan sınır
hattında 1800 gerillamız bulunmaktaydı. Ve istediğimiz anda
Botan alanından da beş on bin arasında milisimizi güneye
çekebilir ve çok önemli bir savaş gücüne ulaşabilirdik.
Normalde, savaşın çıkmasıyla birlikte yapmamız gereken
ilk iş, halkla temasa geçip, direniş odakları oluşturmaktı.
Kongremizin emrettiği görev buydu. Ama savaş çıktığı anda,
Apo ve ona yaranmaya çalışan dar bir çevre, MK ve MY içinde
yaptığı darbeyle, parti yönetimini açıkça gasp ettiler. Bu darbe,
kongreden on, savaşın başlamasından ise üç gün sonra yapıldı.
Darbeyle birlikte tüm kongre kararları gibi, Güney Kürdistan’a
özgü Acil Hedefler Programımız da tamamen askıya alındı ve
yok sayıldı.
Kongremiz savaş ortamında halktan direniş grupları
oluşturulsun, halkla sıkı ilişki içine girilsin emrini verirken,
Apo çetesi Irak muhaberatıyla temaslarına hız verdi. Çok
ilginçtir, bir MY üyesi ve bir MK üyesi, sıradan bir muhaberat
ajanıyla görüşmek için, savaşın en sıcak anında, tam on gün bir
otel odasında beklemek zorunda kaldılar. Ve yine çok ilginçtir
ki, halkla ilişki kurmak için tek bir gün bile harcanmadı.
Güney Irak’ta savaş patlak verir vermez, Güney
Kürdistanlı halk kitleleri peyderpey dağlara doğru çekilip, olası
bir hava saldırısına karşı güvenliklerini sağlamaya çalıştılar. Bu
ortamda halkla ilişki kurmak için her türlü olanak vardı ve bir
çok alanda halk ne yapması gerektiğini bizden soruyordu. Ama
biz ne yanıt veriyor, ne de ilişki arıyorduk.. Partiyi gasp
edenlerin mantığına göre Saddam’la aramızı bozmamalı, onun
tepkisini üzerimize çekecek en ufak bir şey yapmamalıydık.
Biz halkla en ufak bir ilişki bile kurmaya çekinirken,
Saddam’ın muhaberatı PKK’ye ilişkin yoğun bir propaganda
geliştiriyordu: ”PKK yönetimin dostudur. PKK sınırı tutuyor,
asker kaçaklarını ve Türkiye’ye kaçmak isteyenleri yakalayıp
yönetime teslim ediyor.” Muhaberatın bu propagandası, aslı
olmadığı halde, halk nezdinde tutuyordu. Çünkü hemen hemen
her gün MY’miz ve muhaberatın adamları herkese açık
yerlerde görüşüyor ve halk bütün bunlara şahit oluyordu. Halk,
kendisiyle ilişki kurmayıp, muhaberatın merkezlerinde,
arabalarında görülen PKK’lilere ne kadar güvenebilirdi?
Nitekim öyle bir noktaya gelindi ki, dağlarda bizimle
karşılaşan halktan insanlar Saddam’ın askerlerinden
kaçarcasına kaçmaya başladılar.
Savaş günleri böyle akıp gidiyordu.
TC saldırmadı. TC saldırsaydı da, halktan direniş grupları
oluşturma doğrultusunda tek bir adım bile atılmamıştı. TC
saldırmayınca, resmi ateşkesten kısa bir süre sonra Güney
Kürdistan’da tam bir otorite boşluğu doğdu; yani bizim
müdahale etmemiz için çok daha elverişli bir ortam
kendiliğinden gelişti.
Resmi ateşkesten kısa bir süre sonra, Güney Irak’da
halkın (Şia) direnişi dalga dalga yayılmaya başladı ve savaştan
büyük bir yenilgiyle çıkan Saddam yönetimi, dağınık ordusuyla
birlikte tam bir boşluğa düştü. Saddam’ın Güney
Kürdistan’daki gücü hiç yıpranmadığı halde, merkezi
otoritenin neredeyse boğulma tehlikesiyle yüz yüze
gelmesinden dolayı, Kürdistan’daki askeri birliklerin iç
koordinasyonu ve merkezi yönetim insiyatifi ortadan kalktı.
Tam bu sırada Süleymaniye bölgesinde başlayan Kürt
ayaklanması dalga dalga yayıldı. Kesin olan şudur ki, hiç bir
ayaklanma bütün halk güçlerini içine çekmez. Ama 91 Kürt
Ayaklanması her kesimden Kürdün içinde yer aldığı benzersiz
bir olay olarak gelişti. Öncüsüz kalan halk kitleleri, tarihi bir
birikime dayanan anti-sömürgeci, anti-faşist kinlerini,
öfkelerini kendiliğinden ve en üst düzeylerde dışa vurmaya
başladılar. Hemen hemen her gün bir kaç kaza ve yerleşim
birimi düşmandan kurtarılıyor, merkezi yönetimden yoksun
bulunan Irak ordu birlikleri, halkın topyekun ayaklanması
karşısında ne yapacağını şaşırıp, bir çok yerde tek bir kurşun
bile sıkmadan, teslim oluyor ve kaçmaya başlıyorlardı.
Irak ordusundaki çözülme ayaklanmanın akışından çok
daha hızlı bir şekilde gelişiyordu. Ayaklanmanın başladığı ve
geliştiği Soran mıntıkasında, çok kısa bir süre içinde, Saddam
yönetimi denetimi kaybetti. Ve Kerkük de direnmeye başladı.
Kerkük’de çatışmalar sürerken ayaklanma diğer bölgelere de
yayılarak devam etti. Ancak Bahtinan mıntıkası uzun bir süre
suskunluk içinde kaldı.
Güney Kürdistanlı güçler, İran üzerinden, çok hızlı bir
şekilde Soran mıntıkasındaki ayaklanmaya müdahale etme
olanağı yakaladıkları halde, İran’a uzaklığı ve Türkiye
üzerinden müdahale olanağının bulunmaması nedeniyle,
Bahtinan’a müdahale edemediler. Bahtinan’daki suskunluğu da
önemli oranda bu belirledi.
Bahtinan’a müdahale açısından en avantajlı durumda
bulunan güç PKK’ydi. Partimize bağlı güçler Bahtinan’ın TC
ile olan sınırları boyunca yerleşmiş bulunuyordu. Ancak
önderliğin denetimi altında bulunan PKK Ana Karargahı,
kesinlikle müdahale etmeme tavrını esas aldı ve Soran’ın
kurtarılmış olmasına ve Kerkük’de yoğun bir çatışma
yaşanmasına rağmen, Saddam yönetimiyle ilişkilerini
sürdürdü.
Apo’nun ve Ana Karargahın yaklaşımı şuydu: bu
ayaklanma ezilecek, yeniden kontrolü sağlayacak olan
Saddam’la aramız bozulacak ve ilerde Irak sahasını
kullanamayacağız.
Ne var ki, yükselen ayaklanmanın zafer işaretleri vermesi
yanı sıra, tabandan yükselen ”Neden savaşa katılmıyoruz?
Neden oturuyoruz?” sesleri de öyle bir noktaya vardı ki,
kadrolar ”Eğer parti, parti olarak bu ayaklanmaya
katılmayacaksa, bizim bir yurtsever olarak savaşta yerimizi
almamızı da engellemesin!” demeye başladılar.
Apo’nun Ana Karargahı, müdahale etmeyişini,
ayaklanmaya katılmayışını, Güney Kürdistanlı güçlerin sınıf
karakteriyle ve onların emperyalizmle işbirliği içinde
olmalarıyla açıklamaya ve kadro ve savaş yapısını buna ikna
etmeye çalıştıysa da, tabandan yükselen direniş karşısında geri
adım atmak zorunda kaldı. Ama tam bu noktada, yeni bir
oyalama taktiğine başvurarak, müdahale olanaklarının olup
olmadığını tespit etmek için keşif yapmak gerekir dedi.
Kadrolar bunun bir oyalama olduğunu çok iyi bildiklerinden ve
kaybedilecek zaman olmadığının bilincinde olduklarından, Ana
Karargahın talimatına rağmen, anında müdahale etme kararıyla
yola çıktılar.
Ana Karargahın keşif için yola çıkardığı grup Zaho
mıntıkasına indiğinde, Dahok kurtarılmış, Zaho’da ayaklanma
başlamış ve çevreye sıçramıştı. Böyle bir gerçekle karşılaşan
keşif grubu, anında tavır alarak, halkla birlikte bazı çatışmalara
(Zaho çevresindeki üç noktada) katıldı.
Dahok ve Zaho’daki ayaklanmalarda tamamen örgütsüz
olan halk ve müsteşarlar bu alanları kurtarmışlar, ama ne
yapacaklarını bilmez bir halde, tam bir anarşinin içine
düşmüşlerdi. Halk ve müsteşarlar israrla bir otorite istiyordu.
Durumu yerinde değerlendiren müdahale grubumuz, mevcut
durumu anlatıp, Ana Karargahımızdan peşmerge ve milis gücü
istedi. Varolan otorite boşluğunu doldurmak ancak halka güven
verebilecek ve kendine çekebilecek bir kuvvetle mümkün
olabilirdi.
Ancak Apo ve Ana Karargah, peşmerge ve milis
gücümüzü devreye sokmayı reddedip, Suriye üzerinden bir
grup gönderme, sadece siyasal çalışma yapma ve kesinlikle
askeri faaliyete girmeme kararına vardılar. Suriye üzerinden
gönderilen grup, tamamen derme çatma bir gruptu ve sokaktan
toplanan insanlardan oluşmuştu. Bunlar, bırakalım müdahale
etme yeteneğinden yoksun olmayı, ne yapacaklarını bile
bilmeyen ve adeta turistik bir tur yapma hevesiyle yola çıkmış,
çoğu çocuk yaşta, erkek ve bayan sempatizan çevreleriydi.
Müdahale grubumuz, acı gerçeği açıklamaya çalışıp,
peşmerge ve milis gücünün gönderilmesinde israr etti.
Gerçekte halka otorite olmak savaşa öncülük etmekle
mümkündü. Savaş olayı henüz bitmiş değildi ve halk Musul’a
yürümek istiyordu. Kaldı ki, sorun sadece Musul da değildi;
Dahok kurtarılmış olmasına rağmen, Dahok’un on kilometre
ötesi Saddam’ın denetiminde bulunuyor ve Saddam, Musul ve
Dahok arasına güç yığarak, büyük bir saldırı hazırlığına
başlamış bulunuyordu.
Müdahale grubumuzun israrlı talepleri Apo’nun
karargahının oldukça sert tepkisiyle karşılaştı ve sadece siyasal
çalışma yapılacağı, savaşa katılacak bir duruma girilmeyeceği
belirtildi. Ana siyasal çalışma tarzı da Başkan Apo’nun
onbinlerce posterinin halka dağıtılması ve diğer Kürdistanlı
güçlerin ”işbirlikçiliğinin” anlatılmasıydı.
Gerçek bu olduğu halde, bizzat Apo dünya ajanslarına
Zaho ve Dahok mıntıkalarını kontrolleri altında tuttuklarını ve
buraları kendilerinin kurtardığı mesajını veriyordu. Hiç
utanmadan yapılan bu sahtekarlığın açığa çıkması, halkın
sırtına yüklenen büyük yenilgi faturasıyla oldu.
Kerkük’ün düşüşünden hemen sonra Saddam saldırıyı
Zaho ve Dahok üzerinde yoğunlaştırdı. Halk ve diğer güçler,
derme çatma birliklerle, Zaho ve Dahok’a saldıran Saddam
güçlerine karşılık vermek isterken, biz Ana karargahın izleyici
tavrını sürdürüyorduk. Müdahale grubu içinde yer alan bazı
arkadaşlar ”Biz bu savaşa seyirci kalarak şerefsizliği kabul
etmeyeceğiz, savaşacağız” kararına vardılar. Ana karargahın
talimatlarına rağmen, bir grup olarak, PKK adına direnen
güçlerin yanında yerlerini alıp, PKK gerçeğine uygun bir
tavırla savaştılar. Bu grupda yer alanların toplam sayısı oniki
gerillaydı. Evet, Saddam saldırıya geçince, sadece oniki PKK
gerillası halkın yanında yer aldı. Ve bu yeralış tamamen
önderliğin talimatlarını reddetme temelinde oldu.
Dahok ve Zaho düştükten ve yüzbinlerce insan dağlara
doğru kaçmaya başladıktan sonra, halk ve peşmerge
kuvvetlerimiz içiçe girdi. Bu durum karşısında, müdahale
grubumuz direnme gereğinin israrlı savunucusu oldu. Apo’nun
karargahı ilkin yine buna karşı çıktı ve ”sadece kaçan halktan
silahları toplayacağız” kararına vardı.
Bu karar karşısında bazı kadrolar, kendi aralarında ”Ne
olursa olsun, direnişi örgütleyelim!” görüşüne vardılar, bu
görüşle hareket edip, bu yönde bir pratiğin içine girerek, Ana
Karargah üzerindeki dayatmalarını sürdürdüler. Dayatmalar
karşısında durumun kontrolünden çıkacağını anlayan Apo’nun
karargahı ”Eğer halk savaşacaksa, direnilebilinir” diyerek
esnek bir tavır içine girdi. ”Halk savaşacaksa” şartını koşan
Apo, yenilginin ruh hali içinde olan, PKK’ye karşı sonuna
kadar kin ve öfkeyle dolu bulunan ve PKK’yi Saddam’a
uşaklıkla suçlayan halkın, ortada güven verecek bir adım
olmadan, savaşa girmeyeceğini çok iyi biliyordu. Amaç
belliydi: ”Ne yapalım, halk savaşmadı ki biz savaşalım”
bahanesine yatılacaktı.
Ama direnme kararlılığı içinde olan kadro ve savaşçı
yapısı ”Biz halka bugüne kadar pratikte güven vermedik ve bu
güveni vermedikçe de halk bizim peşimizden savaşa
sürüklenmez” doğru tespitinden yola çıkarak, savaşçı bir tavır
içine girdi ve sadece gerillamız ve milisimize dayanan bir
güçle Saddam kuvvetlerine karşı saldırıya geçti. Yapılan bu
saldırıda, bir tabur düşman askeri saf dışı edildi, 35 asker
öldürüldü ve onu yaralı olmak üzere, 33 asker esir alındı.
Bu gelişmenin hemen ardından saldırılarımızı
yoğunlaştırmanın hazırlıkları içine girdik. Ama aynı anda Apo
da direkt müdahale ederek ”Saddam’a karşı saldırıların
durdurulmasını, esirlerin serbest bırakılmasını, yeniden
Saddam yönetimiyle taktik ilişkilere geçilmesini” istedi. Ve
böylece, bazı parti kadrolarının bağımsız insiyatifi altında
gelişen direnişimiz tasfiye edildi.
Bundan kısa bir süre sonra da ABD öncülüğündeki
Müttefik kuvvetleri bulunduğumuz alanlara girerek ”Güvenlik
Bölgesi” politikasını fiilen uygulamaya başladılar.

TAVRIMIZIN GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ

Ocak ayının başında toplanan IV. Kongremiz, aldığı
kararlarla Güney Kürdistan’da devrimin önünü açma yönünde
çok önemli adımlar atmış bulunmaktaydı. Ancak, tasfiyeci
önderliğin yaptığı darbe sonucunda Kongremizin kararlarını
rafa kaldırmasıyla, atılan adımlar daha başında tıkanmış
bulunuyordu.
Genel olarak bakıldığında, Apo önderliği ayaklanmaya
ve halka tam bir güvensizlikle yaklaşarak, partiyi bu sürecin
dışında tuttu. Sadece sürecin dışında tutmakla kalmadı,
ayaklanma sırasında Saddam yönetimiyle sürdürdüğü ilişkiler
halk kitlelerinde partimize karşı büyük bir antipatinin
doğmasına yol açtı. Bu durum, ayaklanma karşısında, partimizi
Saddam yönetiminin yedeği haline getirdi. Bu ilişkilerimizle
halkta moral bozukluğu yaratmamız ve halkı öncüsüz
bırakmamız, Saddam yönetiminin yedeği haline gelmemizden
başka bir sonuca varamazdı.
Devrimci partilerde ayaklanma karşısında takınılacak
tavır iki şekilde belirlenir: Birinde, devrimci parti halkın
hareketini ta başından beri örgütlemeye çalışır ve ona öncülük
etmenin tedbirlerini alır. Biz bunu yapmadık. Diyebiliriz ki,
bunu yapma şansımız fazla yoktu. Bununla belki bizim için bir
avuntu noktası yakalamış oluruz. Ayaklanma karşısında
takınılacak diğer tavrın kuralı da şudur: partinin kendiliğinden
gelişen halk hareketinin dışında kalması, halkı düşmana teslim
etmesi demektir. Görev kendiliğinden gelişen hareketlere
anında müdahale etmek, içinde yer almak ve öncülüğü ele
geçirmek için çaba göstermektir. Biz, bunu da yapmadık ve
üstelik halkın ayaklanmasını küçümsediğimiz gibi, bu
ayaklanmanın yenileceği hesaplarına yattık.
Tarih, hiç bir devrimci partinin bu kadar rezil bir duruma
düştüğüne tanıklık etmemiştir. Halk dişiyle tırnağıyla
savaşacak ve biz tribündeki seyirci gibi, bunlar ”yenilecek”
diyeceğiz. Devrimci politikayı ve savaşı bırakalım, sıradan
devrimci ahlak ilkeleri bile düşmana karşı savaşanı yalnız
bırakmamayı, onun yanında yer almayı esas alır. Biz, önderlik
düzeyinde basit, sıradan devrimci ahlak değerleriyle dahi
hareket etmedik.
Güney Kürdistan’daki ayaklanma karşısında tavrımız,
PKK önderliğinin, Kürdistan’ın bütününde yapılacak devrim
konusundaki tavrının sahtekarlığını da açığa çıkardı.
Partimizin kuruluş misyonu, Bağımsız Birleşik
Demokratik Kürdistan şiarında anlamını bulur. Bu,
Kürdistan’ın genelini, bütününü esas alan bir yaklaşımdır.
Ancak, önderliğin yönlendirmeleri sonucu, PKK daima salt bir
parçaya hitap eden, geri bir yaklaşımın içine düşmüştür. Bu da
ilkel milliyetçi, feodal yaklaşımın değişik bir biçimde
uygulanmasıdır.
Kürdistan genelinde, kuzey-batı parçasının sosyal ve
siyasal olarak devrime daha yakın olduğu bir gerçektir. Ancak,
genel siyasal gelişmenin tek düze olduğunu düşünmek ve
buradan hareketle, tek düze politikalara hapsolmak, bir çok
tarihsel yanlışlığı da beraberinde getirir. Nitekim, Güney
Kürdistan’da 91’in başında meydana gelen gelişmeler, bu
parçayı devrime yakınlık bakımından, kuzey-batının önüne
geçirdi. Bir anda bağımsızlık koşulları yakalandı. Böyle bir
durum, geçmişte, 79-80-81 yıllarında İran’da da yakalanmıştı.
Ancak PKK önderliği devrimi bütünlüğü içinde ele
almadığından, Güney Kürdistan’da oluşan devrim koşullarını,
Saddam yönetimiyle kurulan ve sözde kuzey devriminin
hizmetine girecek olan taktik ilişkilere kurban etti. Bu, devrime
yaklaşımın ülke geneli düzeyinde olmadığını ortaya koyar.
Güney Kürdistan’daki ayaklanma, PKK önderliğinin
pragmatik yaklaşımını, dar, günlük tüccar hesaplarını da tüm
çıplaklığıyla ortaya koydu. Dahok ve Zaho düşmandan
kurtarılınca, bu şehirlerde tek bir PKK’li bile olmadığı halde ve
ayaklanmaya katılmama talimatlarına rağmen, Apo, Dahok ve
Zaho’da etkin olan gücün PKK olduğunu, buraları kendilerinin
kurtardıklarını ilan etti. Dahok ve Zaho’da direniş kırılıp,
Saddam kuvvetleri buraları ele geçirdiğinde ise, ilkel
milliyetçiler kaçtılar, ihanet ettiler nutukları atmaya başladı.
Adama, eğer etkin olan sensen, belirleyen güç sensen ve kaçan
varsa, o da sen olursun demezler mi? Ama ortada bir gerçek
var, o da şudur: Bazı PKK kadro ve savaşçıları, Apo’nun
karargahının talimatlarına ve çok az olan sayılarına rağmen
kaçmadılar, direndiler. PKK örgüt olarak bu savaştan kaçmadı,
çünkü PKK örgüt olarak bu savaşa katılmadı. İçinde güç olarak
yer almadığımız bir savaşta, kendimizi kahraman, ötekileri ise
hain, ihanetçi olarak nitelendirmek tam bir ahlaksızlık olur.
Yapılan da budur.
Sonuç olarak, Kürt Baharı’nın gerçek kahramanı olan
sıradan Kürt insanları, kendilerine öncülük edenlerin
yanlışlarına, kaçkınlıklarına, inançsızlıklarına kurban oldular.
Bütün örgütlü güçler, bu ayaklanma karşısında inançsız, ürkek
ve korkak davrandılar ve bu da büyük kaçışın ve yenilginin
belirleyici nedeni oldu. Bu sonuçların sorumluluğundan hiç bir
örgütlü güç kaçamaz. Hele IV. Kongrede savaşa katılma ve
hükümet kurma kararlarını alan PKK’nin tasfiyeci önderliği hiç
kaçamaz.
PKK/VEJİN (DİRİLİŞ)
(1991 Yazı)




KÜRDİSTAN’DAKİ SON GELİŞMELER VE
ULUSAL BİRLİK İHTİYACI

Son dönemlerde, özellikle de 91 yılı içinde, ülkemizde
meydana gelen gelişmeler halkımızı derinden yaralarken,
geleceğimizi de önemli oranda bilinmezliklere mahkum
etmektedir. Belirtmemiz gerekiyor ki, söz konusu gelişmelerin
bu denli olumsuz bir durum arzetmesinin en önemli nedeni,
ulusal kurtuluş savaşımıza öncülük eden güçlerin, görevlerini
yürütecek politikaları üretememeleridir.
Kürdistan’ın çeşitli sömürgeci güçler tarafından
parçalanmışlığı, halkımızın değişik parçalarda farklı güçlere
muhatap olması objektif bir gerçektir. Bununla birlikte, ülke ve
halk birliğimizin en temel sorunumuz olduğu da tartışma
götürmez bir başka gerçektir. Özellikle 91 yılı içindeki
gelişmeler, bu gerçeği çok daha çarpıcı bir şekilde önümüze
koydu. Ve gördük ki, farklı parçalarda yaşamak, farklı güçlere
muhatap olmak, birlikte mücadele etmenin önünde bir engel
değildir; aksine farklı güçlere karşı mücadelenin en sağlıklı
yolunun ulusal birlikten geçtiği daha iyi anlaşılıyor.
Ancak hali-hazırda, ulusal kurtuluşa öncülük eden
güçlerimiz, birlikte hareket etmenin lafını çok yapmalarına
rağmen, pratikte böyle bir sorunları olmadığını ortaya
koymaktadırlar. Herkes adeta şunu söylüyor: ”benim görevim
benim kendi parçamda kurtuluşa ulaşmak, senin görevin de
senin kendi parçanda kurtuluşa ulaşmaktır.” Öncü güçlerin
pratikteki uygulamaları bu doğrultuda olmaktadır. Durum
böyle olunca da yanlışlıklar zincirine yeni yeni halkalar
eklenmekte ve ulusal kavgamız bu yanlışlıklar zincirinin esiri
olmaktadır.
İyice kavranmalıdır ki, Kürdistan’ın her parçasındaki
devrim, genel olarak Kürdistan devriminin bir parçası ve
aşamasıdır. Gerçek bu olduğuna göre, bir daha iyice
kavranmalıdır ki, Kürdistan’ın her parçasındaki siyasal güçler
ulusal kurtuluş kavgamızın birer ögesidir; ve her parçadaki
mücadele, diğer bir parçadaki mücadele için bir aşama ve doğal
destek üssüdür.
Son gelişmeler bir diğer can alıcı sorunu daha kafamıza
vurdu: Kürdistan Devrimi parçalar arası düzeyde oynak
merkezlidir; örneğin 88 yılında tam bir yenilgi yaşayan güney
parçamız, 91’in başından itibaren, devrimin koşullarının en
olgunlaştığı alan oldu.
Açıkladığımız bu gerçekler, farklı parçalarda mücadele
eden güçlerin, sadece diğer parçalara karşı daha sorumlu
hareket etmelerini değil, fakat bütün Kürdistan’ı kapsayacak
devrimci politikalar üretmelerini de zorunlu kılmaktadır.
Oysa şu anda, hiç bir öncü güç, Birleşik Kürdistan
Devrimine yönelik politikalara sahip değildir; ayrıca kültürel
ve psikolojik olarak da buna hazır olan yoktur. Kürdistan halkı,
sömürgeci güçler karşısında, öncü güçlerin bu gerçekliği
nedeniyle, tam bir politik, kültürel ve psikolojik parçalanmışlık
yaşamaktadır. Beri yandan ise, ülkemizi bir bütün olarak
egemenliği altında tutmanın en sancılı dönemini yaşayan
düşmanlarımız, mevcut parçalanmışlığımızdan sonuna kadar
faydalanmakta ve hatta bir parçayı bir diğer parçaya
kırdırabilmektedirler.
Gelişmeleri, TC ve Irak sınırı boyunca ortaya çıkan yeni
durumların ışığında biraz değerlendirmek istiyoruz. Bilindiği
gibi, şu anda ülkemizin güney ve kuzey parçasında çok önemli
gelişmeler yaşanmaktadır. 91’in başında Güney Kürdistan’da
meydana gelen halk ayaklanmasını, bu alanda mücadele eden
güçler birlik içinde karşılamışlardı. Biz burada sadece birlik
sorununu işleyeceğimizden, birlik olmayışının yaratmış olduğu
dezavantajları ele alıp, değerlendireceğiz. Bu ayaklanmada
gördük ki, güney parçasındaki cephesel birlik yeterli değil.
Ayaklanma bastırıldıktan sonra, güney parçasının halkımız
tarafından terkedilmesi ve Türkiye’ye ve İran’a yapılan
iltihaklar, halkımızın pratikte birlik içinde olduğu gerçeğini
hemen açığa çıkardı; fakat pratikte birlik içinde olan halkımızın
öncüleri böyle bir olaya hazır değillerdi.
Mesela, PKK gibi bir gücün cephe içinde yer almaması,
beraberinde PKK’nin ayaklanma sırasında ayrı bir tavır
takınmasını da getirdi. Bu da zaten mevcut olan güvensizliğin
daha da derinleşmesine neden oldu. Halk ayaklanmışken, PKK
önderliği Saddam yönetimiyle dirsek temasını sürdürdü,
ayaklanmaya seyirci kaldı, PKK’nin çok güçlü müdahalelerde
bulunabilme yeteneğini ve kapasitesini atıl bırakarak, adeta
Saddam’a objektif destek sundu. Yine Güney Kürdistanlı
güçlerin, TC’nin tehdit ve şantajları altında, PKK’ye soğuk
davranmaları, ciddi bir ilişki arayışı içine girmemeleri ve hatta
kimi yerlerde PKK’nin çalışmalarını engellemeleri, PKK
önderliğinin kaçkın tavırlarına ve sahtekarlıklarına bahane
oldu.
Karşılıklı sergilenen bu yaklaşımlar, politik güçler
arasındaki güvensizliği derinleştirir ve düşmanlıkları
körüklerken, ayaklanmanın bastırılmasının ardında güney ve
kuzeydeki halk kitlelerimiz kucaklaştılar. Kuzey-Batı
Kürdistan’da yaşayan halkımızın, kendiliğinden, bütün
dünyadan gittikçe daha fazla yardım alan güney parçasıyla
coşkulu bir dayanışma içine girerek, bu parçaya sahip çıktığı
biliniyor. Halka öncülük edenlerin geliştirdikleri tavır ile
tabandaki halkın geliştirdiği tavır tamamen birbirine zıt
gelişmelerdi.
Halkımız tüm dünyanın gözleri önünde rezil bir dramı
yaşarken, politik güçlerin sergilemiş olduğu tavır çok daha iç
karartıcı bir manzara ortaya koyuyordu. PKK önderliği, sanki
ayaklanmadan ak-pak çıkmışcasına, Güney Kürdistanlı güçleri
hainlikle, işbirlikçilikle ve uşaklıkla suçlayıp, büyük bir
terbiyesizlik ve küstahlık sergilerken, Güney Kürdistanlı güçler
de kendilerini Müttefik güçlerin insafına terkettiler. Körfez
Savaşında Saddam’ı bilerek iktidarda tutan Müttefikler
değilmiş gibi ve yine Müttefiklerin Güney Kürdistan’a
müdahalesinin amacı TC’yi Kürt birliğinin yaratacağı
tehlikelerden korumak değilmiş gibi ”Yaşasın Bush! Yaşasın
Müttefikler!” sloganlarını attılar.
Nereden bakılacak olursa olsun, bu düz politikaların en
önemli kaynağı halkımızın politik parçalanmışlığıydı.
Hele son iki ay içinde meydana gelen gelişmeler, politik
öncüleri, iç düşmanlıkta artık dönülemez noktalara doğru
sürüklemektedirler. Yıllardır Kuzey-Batı Kürdistan’da
yürütülen karşı-devrimci şiddet hareketinin şefliğini yapan
Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu, Diyarbakır’da, Vedat
Aydın’ın cenaze törenindeki katliamdan iki-üç gün sonra,
Yekitiya Nıştiman’ın lideri ( aynı zamanda da Kürdistani
Cephenin uluslararası koordinatörü) Celal Talabani ile basına
kapalı bir görüşme yaptı. Neler konuştukları sırdır; bunu
açıklamıyorlar. Kuzey parçamızdaki halkımızın celladı ile
güney parçamızdaki halkımızın bir temsilcisi arasında yapılan
bu görüşme halkımızı derinden yaralıyor. Buna diplomasi
denilemez.
Beri yanda ise, Bağdat’da Saddam yönetimiyle yürütülen
ve Güney Kürdistan’daki halkımızın bütün umutlarını
bağladığı özerklik görüşmeleri çok önemli bir aşamaya
varmışken, TC’nin Irak’a yaptığı müdahale Kürdistani Cepheyi
görüşmelerde zaafa uğratıyor. Bu müdahale konusunda TC’nin
iştahlı olup olmaması ayrı bir sorundur. Sorun şu noktada
önemlidir: TC, PKK kamplarını bahane ederek, sürekli olarak
Kürdistani Cephe’yi tehdit edip, şantaj yaparken ve Kürdistani
Cephe de güneyde PKK kamplarının olduğunu inkar ederken,
Apo’nun Ana Karargahı TC’nin Irak’a müdahalesini adeta
teşvik edercesine ve TC’nin müdahalesine uluslararası hukuk
normları açısından haklılık kazandıracak biçimde, dünya
ajanslarına (BBC’ye) “Bizim Irak’da 20’ye yakın kampımız
var” diyor ve bu açıklamanın hemen ardından da, tamamen
Botan alanındaki eylemsizlik sıkıntısını atlatmak için, askeri ve
siyasi hiç bir değeri olmayan bir karakol baskını yapıp, güneye
geçiliyor. Özcesi, TC’ye buyur Irak’a gir deniliyor.
TC Irak’a giriyor, istediği gibi operasyon yapıyor, sadece
PKK kamplarını değil, güneyli sivil halkı da hedefliyor. Olayın
ardından PKK önderliği, Güney Kürdistanlı güçleri hain ilan
ediyor, işbirlikçilikle suçluyor ve güvensizliği düşmanlık
düzeyine çıkararak, biraz daha derinleştiriyor. Ve yine, olayın
ardından, Kürdistani Cephenin temsilcileri Ankara’ya
gidiyorlar, bazı teminatlar veriyorlar; iç güvensizlik ve
düşmanlığı onlar da biraz daha derinleştiriyorlar.
Bunlar, tümüyle halkımızı açmazlara sürükleyen
politikalardır. Ve giderek, politik güçlerimizin üst düzey
kadroları arasında bulunan düşmanlık ve güvensizlik, yavaş
yavaş, ayrı parçalarda yaşayan halkımıza da yansımaktadır.
İddia ediyoruz ki, kurtuluş umudunun oldukça arttığı,
tüm halkımızın anti-sömürgeci muhalefetinin yükseldiği bir
ortamda, Kürdistan Devrimi büyük bir komployla karşı karşıya
gelmiş bulunmaktadır. Bunun en temel nedeni de, politik
öncülerin Kürdistan Devrimine bütünlüğü içinde yaklaşan
politikalara sahip olmamaları ve bunun bir sonucu olarak da
ulusal birliğe ulaşamayışlarıdır. Bu kısırlık, etle tırnak gibi
birbirine bağlı olan parçalar arasındaki devrimci diyalektik
bağı sabote etmekte, parçalarda, ayrı cephelerde yürütülen
mücadeleyi birbirine karşı yöneltmektedir.
Şunu belirtmek istiyoruz: her parçadaki güç, diğer
parçalardaki devrimci mücadele ve sorunlar karşısında
sorumludur. Bu Kürdistan özgülünden yola çıkan tüm siyasi
güçlerin temel alması gereken bir ilkedir. Yani diğer parçalara
yaklaşımda gösterilecek sorumluluk, örgütlerin sırtında bir yük
veya örgütlerin yapacağı bir hammallık değil, Kürdistanlı örgüt
olmanın olmazsa-olmaz koşuludur.
Ama ne gezer! Bugün Kürdistanlı güçler birbirlerinin
omuzlarına yüklenmiş yükler gibidirler ve herkes, bir an önce
sırtındaki yükten kurtulmak için, birbirine karşı düşmanlığı
sürdürüyor veya düşmanlığa varacak yaklaşımlar içine giriyor.
Somuta indirgeyelim: Şu anda kuzey devrimini temsil
eden güç PKK’dir. PKK güney devrimine nasıl yaklaşıyor?
Güney devrimini temsil eden güç ise Kürdistani Cephedir.
Dolayısıyla bu soru, PKK’in Kürdistani Cephe’ye yaklaşımının
ne olduğu sorusunu içerir. PKK’nin Güney Kürdistan’a dönük
politikası nedir? PKK’nin IV. Parti Kongresinin almış olduğu
kararlara bakıldığında, PKK’nin bugünkü pratik tavrının, bu
kararların topyekun inkarı olduğu görülür. Bu kararlara göre,
PKK Güney Kürdistan’da hükümet kurmaya, cephe kurmaya
gidecekti ve eğer buna gücü yetmezse, diğer Kürdistanlı
güçlerle güçbirliği yaparak, ortak mücadeleyi esas alacaktı.
PKK önderliği Kongrenin kararlarını yok sayıp
ayaklanmaya seyirci kaldı. PKK, bırakalım hükümet ve cephe
kurmak için adımlar atmayı, savaşa bile adımını atmadı. Peki,
diğer güçlere nasıl yaklaştı? Onları hain, işbirlikçi ve mutlaka
tasfiye edilmesi gereken güçler ilan etti.
PKK’nin bugünkü resmi önderliği, ayaklanma kırılınca
(ki bu tümden bir kırılma değildi) her şeyin bittiğini sanarak,
bir güzel ağabeylik taslamaya, küfürle karışık azarlar
yağdırmaya girişti. Ama işler birden tersine döndü. Müttefikler
duruma müdahale edince, Güney Kürdistan yeniden, tamamen
Kürdistani Cephe’nin kontrolü altına girdi. Güney Kürdistanlı
güçler, Saddam yönetimiyle genişletilmiş özerklik
görüşmelerine katıldılar.(Bu yazı kaleme alındığında
görüşmeler hala devam ediyordu.) IV. Kongre kararlarına göre,
PKK, mevcut durumda, Kürdistani Cepheyle güçbirliği
yapmalıdır. Yine IV. Kongre kararlarına göre, bağımsızlık ilan
edilemezse, federal birlik içinde demokratik mücadele esas
alınmalı ve bu temelde de Kürdistani Cephe’yle dayanışma
içinde olunmalıdır.
PKK’nin mevcut pratiği bunun tamamen zıddıdır.
Bırakalım Kürdistani Cephe’yle dayanışma içinde olmayı,
Kürdistani Cephe’ye karşı tam bir düşmanlık politikası
yürütülüyor ve Kürdistani Cephe tanınmıyor. PKK önderliği,
PKK’nin Güney Kürdistan’daki çalışmalarını “PAK” (Partiya
Azadiya Kürdistan) adı arkasında kamufle edip, kuruluş
bildirisini yayınladığında, doğrusu , “PAK”ın Saddam’a karşı
mı yoksa Kürdistani Cephe’ye karşı mı olduğunu anlayamadık.
Şüphesiz, PKK’nin kendi adı altında Kürdistan’ın her
parçasında örgütlenmeye hakkı vardır. Her Kürdistanlı gücün
116
Kürdistan’ın her karış toprağında örgütlenmeye hakkı vardır ve
hiç kimse bunu reddetme hakkına sahip değildir. Bununla
birlikte, çalışma yürütmenin belli bir kuralının da olması
gerekmektedir.
PKK mevcut çalışma tarzı ve pratiğiyle, yalnızca
Kürdistani Cephe’yi reddetmekle kalmıyor, Güney
Kürdistan’da yakalanan bazı fırsatların kaçırılmasına da neden
oluyor. TC’nin son olarak yapmış olduğu operasyon, acaba
sadece PKK’ye indirilen bir darbe miydi? Bu operasyon, aynı
zamanda, o sırada özerklik görüşmelerini sürdüren Kürdistani
Cephe’yi de karşısına alarak sarsmadı mı ve zaafa uğratmadı
mı? Elbetteki bu sonuçları yarattı.
Bugün içinde bulunduğumuz ortamda olabildiğince
duyarlı hareket etmek ulusal bir sorumluluk olduğu halde,
PKK’nin mevcut resmi önderliğinin densizliklerinin anlamı
nedir? PKK elbette Güney Kürdistan sahasını kullanacaktır,
ama bunu, hala içinde bulunduğumuz koşullarda, daha itinalı
yapması şarttır. PKK Ana Karargahının “Bizim Kuzey Irak’da
20 civarında kampımız var” doğrultusundaki açıklamaları
PKK’ye ne kazandırıyor? Ve bu açıklamanın hemen ardından
da, bir sınır karakolunu basıp, güneye geri dönmek ne anlama
geliyor? Bu açıklamalar ve bu eylem TC’nin saldırısına bahane
oldular. Bu açıklamalar ve karakol eylemi olmasaydı da TC
güneye saldırabilirdi, ama o zaman uluslararası hukuk ölçüleri
içinde, hiç de haklı olmayan bir duruma düşerdi.
Daha ayaklanma süreci içinde, Kürdistani Cephe PKK’ye
“kamplarınızı daha iç kısımlara taşıyın, TC kamplarınızı
bahane ederek saldıracak” dediğinde, PKK’nin Ana Karargahı
“bunlar bizi içe çekip kontrol altına almak istiyorlar” diyerek,
konuyu tartışmaya bile yanaşmadı. Ve gerçekten de 29 martta,
TC, sınır boyunca, 5-10 kilometre derinlikteki alana
müdahalede bulundu. Bu operasyonda PKK onlarca şehit verdi.
117
O günden bugüne kadar da PKK’nin resmi önderliği ve Ana
Karargahı, Kürdistani Cephe’nin PKK’ye “sınır boyunu daha
dikkatli kullanın, daha iç kısımlara çekilin” tarzındaki tüm
öneri ve uyarılarını kulak ardı etmeye devam etti. İzlenen tavır,
biz istediğimizi yaparız tarzında oldu.
PKK’nin mevcut resmi önderliğinin bu kendi başına
buyruk ve sorumsuz yaklaşımını dayandırdığı mantık şudur:
Biz işbirlikçilerden izin alacak değiliz! PKK, Lübnan’da 12
yıldır nasıl bir izinle çalışıyor, bunu herkes biliyor. Kürdistani
Cephe’nin PKK’ye “taşının” dediği yerler, kesinlikle, Kuzey
Kürdistan’a Bekaa’dan daha uzak yerler değildi. Ayrıca,
Kürdistani Cephe ne kadar kontrol altına almak isterse istesin,
bu kontrol, hiç bir zaman Bekaa’daki kontrol düzeyinde
olamazdı. Bırakalım Bekaa’yı, 7-8 ay önce, Irak’daki tüm
kampların Saddam’ın iznine tabi olduğunu PKK’nin resmi
önderliği ve Ana Karargahı herhalde inkar edemez. 91’in ocak
ayının başında, Musul’da yapılan görüşmede, Saddam
yönetiminin, savaş çıksın çıkmasın, sınırdan en fazla 5
kilometre içeriye girebilirsiniz talimatına harfiyen uyulduğunu
ve bu izin dahilinde hareket edildiğini bilmiyor değiliz.
Şimdi PKK’nin resmi önderliğine ve Ana Karargahına
şunu sormak gerekiyor: Saddam gibi bir faşist sömürgecinin
izin verdiği oranda sınır hattını kullanma kuralına uyuyorsun
ve bunu taktik ilişki mantığı içinde kendine yediriyorsun da,
halihazırda Güney Kürdistan’da otorite boşluğunu doldurmuş
bulunan Kürdistani Cephenin önerilerini dikkate almayı mı
kendine yediremiyorsun? Saddam mı sana daha yakın, yoksa
Kürdistani Cephe mi? Sömürgeci faşist Saddam senin taktik
ilişkin oluyor da, sınıfsal konumu ne olursa olsun, ulusal bir
güç olarak stratejik müttefik konumundaki Kürdistani Cephe
neden taktik ilişkin olmuyor?
118
Maalesef mevcut pratik içinde, sömürgeci bir faşistle
görüşme, konuşma ve anlaşma yapma olanağı vardır, ama
Kürdistani bir güçle görüşme ve konuşma kesinlikle
reddedilmektedir. Apo’nun ulusal önderlik kariyerizmi
PKK’nin pratiğine yansıyınca, PKK ulusal mücadele içindeki
güçlere karşı parti şovenizmi yapıp, kendisi dışında hiç bir
gücü dikkate almıyor. PKK’nin mevcut resmiyetinin her şeyi
kendisinde başlatıp, kendisinde bitiren mantığı, birleşik ulusal
devrimimizi oldukça dar kalıplar (PKK’nin resmi kalıpları)
içine sokup, …….varıyor.
PKK’nin yaklaşımları böyleyken, Kürdistani Cephe’nin
yaklaşımlarının oldukça dar bir kısır döngü içinde kaldığını ve
bundan dolayı bir dizi yanlışlar içerdiğini de belirtmemiz
gerekir.
Kürdistani Cephe’nin bir Kuzey Kürdistan politikasından
söz etmek oldukça güçtür; yani, ülkemizin en büyük parçası
olan Kuzey Kürdistan devrimi Kürdistani Cephe’yi ne kadar
ilgilendiriyor sorusuna, Kürdistani Cephe bugüne kadar
devrimci bir cevap vermiş değildir. Öyle görünüyor ki, Kuzey
Kürdistan yalnızca her yenilgi sonrası sığınılan bir alan ve
Kuzey Kürdistan halkı da yardım sunan bir güçtür.
Kürdistani Cephe bugüne kadar, Kuzey Kürdistan
devrimi karşısındaki sorumluluklarının ne olduğunu bile
açıklamış değildir. Kürdistani Cephe, son gelişmeler karşısında
gösterdiği tavırla şunu demek istiyor: Biz Güney Kürdistan’da
resmi iktidarız ve bu resmiyet gereği bizi çevreleyen güçlerle
resmi ilişkiler içine gireriz ve devletler arası dostluk ilişkilerine
bağlı kalırız.
Bağımsızlıktan oldukça uzakta, hatta hala bir özerklik
koparma peşinde olan ve bunu da öz gücüne dayanmaktan çok
119
yabancı güçlerin fiili desteğiyle yapmaya çalışan Kürdistani
Cephe’nin bir çok açmazı olduğunu anlıyoruz, ama sonuç
olarak her şeyi güneyin özerkliğine indirgeyen tavırların da
genel olarak devrimimizi baltalayacak sapmalar göstermesini
son derece tehlikeli görüyoruz. Bu binilen dalın kesilmesine
benziyor.
Belirtelim ki, Kürdistani Cephe de PKK’nin ilişkilere
kapalı tavrını aşmış değil ve bu gidişle aşacak gibi de
görünmüyor. Her şeyin PKK’nin olumsuz yaklaşımlarının bir
sonucu olduğunu söylemek eksik ve yetersizdir. Her ne kadar
Kuzey Kürdistan devrimi temsilini bugün PKK’de buluyor ve
PKK de mevcut durumda, resmi önderliğinin ulusal önderlik
kariyerizmine boyun eğiyorsa da, yine de doğru tavırlar
geliştirilebilinir.
Kürdistani Cephe’nin TC’yle ilişki içinde olması,
uluslararası diplomasi kuralları içinde kabul edilebilecek bir
olaydır. Ancak uluslararası diplomasi kurallarını aşacak bir
ilişki düzeyi kabul edilemez. Ve hele, TC’yle geliştirilecek hiç
bir ilişki Kürdistan halkından gizli tutulamaz.
Son dönemlerde Kürdistani Cephe’nin TC’yle girmiş
olduğu ilişkiler genellikle kapalı kapılar ardında yürütülüyor ve
hiç de diplomatik düzeyde sürmüyor. Kuzey Kürdistan’daki
halk savaşımızı tasfiye etmek için ilan edilen olağanüstü hali
resmen uygulayan makam olan Bölge Valiliği diplomatik
temsilcilik kurumu değildir. Bu makamın tek bir görevi vardır,
o da, kuzeydeki savaşı ezmektir. Kürdistani Cephe’nin dış
ilişkiler sorumlusu Celal Talabani’nin bu makamla görüşmeler
yapması ve hele görüşmeler sonrasında “PKK konusunu
konuşmadık” demesi ne gerçekçidir, ne de inandırıcıdır.
120
TC, Kürdistani Cephe’yi PKK’ye karşı kışkırtmak ve
kullanmak istiyor. Bunun için de elindeki iki kozu oynuyor:
birisi, sözde Kürtleri korumak için bölgede bulunan Müttefik
Kuvvetlere ev sahipliği yapmak; ikincisi ise Saddam rejimiyle
eski dostluk ilişkilerini yeniden kurup, Güney Kürdistan’daki
gelişmelere karşı tavır almak. TC’nin Kürdistani Cepheye
göstermek istediği sopadır.
Kürdistani Cephe’nin tüm umutlarını Müttefiklere
bağlaması ve Türkiye’nin de Müttefiklere ev sahipliği yapması,
Kürdistani Cephe’nin adeta elini kolunu bağlamış. Şayet hızla
kendilerini bu tavırdan kurtarmazlarsa, kuzeydeki savaş
karşısında, subjektif olarak olmasa da, objektif olarak, TC’nin
yedeğine girmiş olacaklardır. İşte binilen dalın kesilmesi
budur. Böyle bir tavır, Kürdistani Cephe’yi sadece kuzey halkı
nezdinde değil, güney halkı nezdinde de bitirir. Çünkü politik
öncüler, zorunlu olan dostluk ve birliği üst düzeyde
kuramamışlarsa da, tabanda halkımız birliğini kurmuştur. Son
ayaklanmanın bastırılmasından sonra meydana gelen
gelişmeler bunu çok iyi göstermiştir.
O halde, Kürdistani Cephe, TC’nin müdahaleci ve
soykırımcı tavırlarına karşı tavır almasını bilmelidir. Sorunu,
PKK’nin hatalı yaklaşımlarının bir sonucu olarak
geçiştirmemelidir. Kürdistani Cephe Güney Kürdistan’da
otorite ise -ki öyledir- kendi topraklarını yabancı bir güce karşı
savunma insiyatifi ve gücünü göstermesini de bilmelidir.
PKK’ye “savaşacaksan git kendi topraklarında savaş”
denileceğine, TC’ye “eğer senin derdin PKK ise, PKK’nin ana
gövdesi senin hudutların içindedir, PKK’yi bahane ederek
Güney Kürdistan’a saldırma” demek ve TC’nin müdahalesine
kesinlikle ve oldukça net bir tavırla karşı koymak, kendi
topraklarına sahip çıkmanın zorunlu koşuludur.
121
Kürdistani Cephe böyle bir tavırla ortaya çıkarsa, hem
güneydeki fiili durumu daha tutarlı bir şekilde savunur, hem de
kuzey devrimi karşısındaki asgari sorumluluğunu yerine
getirmiş olur. Biz nasıl ki PKK güneydeki mevcut durum
karşısında sorumlu, duyarlı ve olabildiğince itinalı davranmalı
diyorsak, Kürdistani Cephe de kuzeydeki savaş karşısında
sorumlu, duyarlı ve olabildiğince itinalı davranmalıdır diyoruz.
Tekrar tekrar belirtmek gerekir ki, Kürdistani Cephe,
PKK önderliğinin ilişkiler kurma konusundaki sabotör tavrını
kendi görevlerini yerine getirmede engel olarak görmemeli ve
aksine devrimci sorumlulukla geliştirilecek yaklaşımların PKK
önderliğinin sabotörlüğünü boşa çıkaracağını bilmelidir.
Sonuç olarak, açıkça görülmektedir ki, Kürdistan halkına
öncülük eden politik güçlerin arasındaki ilişki kopukluğu,
güvensizlik ve hatta düşmanlığa varan yaklaşımlar Kürdistan
devriminin en büyük zaafı durumundadır. Hele bu tavırların
parçalar arası ilişkilere yansıması, oldukça büyük tehlikeleri de
içinde barındırmaktadır. Henüz ulusal haklarının hiç birini elde
edememiş olan Kürt halkının, daha şimdiden, bu tarzda
birbirine karşı konumlanmaya itilmesi, sömürgeci güçlerin
tarih boyunca halkımıza karşı uygulamış oldukları böl-parçalayönet
taktiğinin, politik öncülerimiz eliyle uygulanması
anlamına gelecektir. Bu da düşmanın arayıp da bulamadığı çok
büyük bir avantaj olacak ve halkımız aleyhine işleyecektir.
Biz bir takım hakların kısmi olarak elde edilmesinden
çok, her şeyden önce ulusal birliği sağlamamız gerektiğine
inanıyoruz. Ulusal birliğini gerçekleştirememiş olan Kürt
halkının elde edeceği mevzi başarılar, kazanacağı bir takım
haklar, ciddi bir şekilde garanti altına alınamayacak ve
dolayısıyla da uzun ömürlü olmayacaklardır. Yaşanan son
122
gelişmeler, birlikte hareket eden Kürt halkının tüm
düşmanlarımızın korkulu rüyası olduğunu göstermiştir. Tekrar
belirtelim ki, eğer bugün Müttefik Kuvvetler Güney
Kürdistan’da fiili bir durum yaratmışlarsa, bunun nedeni kuzey
ve güney halkımızın kucaklaşması ve bu kucaklaşmanın büyük
bir potansiyel tehlike haline gelmesindendir.
Birlik sorunu halkımız için bu kadar canalıcı bir sorun
olduğuna göre, kimden gelirse gelsin, birliğin önünde engel
oluşturabilecek ve hele güçler arasında güvensizlik ve
düşmanlığı derinleştirecek tavır ve davranışlar kabul
edilemezler. Bu açıdan diyoruz ki, birlik lafını etmekten çok,
birlikten yana olduğumuzu pratikte ortaya koyabilmeliyiz.
Pratik tavır nasıl olmalıdır?
Her şeyden önce politik güçler birbirlerinden
beklentilerini, bir diğer parçaya yaklaşım programı olarak
ortaya koymalıdırlar; bu temelde bir dialog içine girmelidirler.
Bunun için mevcut sövgü edebiyatının terk edilmesi
gerekmektedir. Çünkü bu çirkef edebiyat ulusal kurtuluş
güçlerinin olgunluğuna yakışmıyor.
Halkların tarihinde öyle önemli dönemeçler vardır ki, bu
tür durumlarda eleştiriler bile askıya alınabilir veya eleştirilerin
oldukça seviyeli olmasına büyük bir özen gösterilir. Kaldı ki,
biz, seviyeli eleştirinin yapılması gerektiğine ve birliğe hizmet
edeceğine inanıyoruz.
Bugün her güç, bir diğer gücün önündeki sorunları çok
iyi görebilecek, değerlendirebilecek durumdadır. Bu güçler, bir
araya gelip konuşmasalar bile, pratikteki tavırlarıyla birbirlerini
rahatlatabilirler. Birbirlerini rahatlatmaları, aynı zamanda
kendileri için de bir rahatlama olacaktır.
123
Diyaloga gidecek yolun açılması için somut olarak hangi
pratik adımların atılması gerektiğini ortaya koyalım:
Her şeyden önce PKK, IV. Kongrede Güney Kürdistan’a
ilişkin olarak kabul ettiği “Acil Hedefler Programı”na bağlı
kalarak hareket etmelidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, IV.
Kongre kararlarında “eğer bağımsızlık ilanına
gidilemeyecekse, diğer güçlerle birlikte federatif çözüm için
çaba harcanmalı ve federatif çözüm içinde demokratik
mücadele esas alınmalıdır” deniliyor. Şu anda PKK Güney
Kürdistan’da bağımsızlık ilan edecek durumda olmadığına,
hatta ayaklanmaya dahi kendi önderliğinin insiyatifi dışında ve
sınırlı olarak katıldığına göre, içinde yer almasa da, Kürdistani
Cephe’ye destek vermeli, bu çerçevede özerkliğin daha geniş
kapsamlı olmasını istemeli ve Güney Kürdistan halk kitleleri
arasında demokratik mücadeleyi yükseltmelidir.
Eğer PKK bunu yaparsa, Güney Kürdistan’daki hareket
tarzını da düzeltmiş olur. Bunun için Güney Kürdistan’da
Kürdistani Cephe’nin resmiyetini tanıyarak ve bu resmiyetin
yasalarına saygı duyarak, kendi hareket tarzında ayarlamaya
gitmelidir. Bu ayarlama, Kürdistani Cephe’yi devletler arası
hukuk kuralları açısından zora sokmama temelinde olmalıdır.
Bunun için de kuzeyin yedeği olan güney sahasını kamufle
olmuş bir tarzda kullanmalıdır. Bunu her şeyden önce, kendi
cephe gerisinin güvenliği açısından yapmalıdır.
PKK, arada bir diyalog olmasa bile bunu yapmalıdır. Bu
ayarlama, diyalogsuz da olsa, pratikte uyumu doğuracaktır.
Kürdistani Cephe de, kendi topraklarında egemen olan
resmi iktidar olarak (fiili durum şu anda bunu göstermektedir)
TC’nin Güney Kürdistan’a yönelik saldırılarına karşı
124
koymalıdır. PKK’nin Güney Kürdistan hudutlarını kullanması,
TC’nin saldırganlığı için haklı bir neden değildir. PKK bugün
Orta-Doğu’da bütün hudutları kullanıyor. Fakat şu ana kadar
TC yalnızca Güney Kürdistan’a saldırdı. Bu TC’nin özel Kürt
politikasının bir sonucudur. TC, Güney Kürdistan’ı rahatsız
ederek, güney halkımızın ve Kürdistani Cephe’nin PKK’ye
karşı tavır almasını sağlamaya çalışıyor. Bunu yaparak kuzey
ve güneydeki halkımızı birbirine düşman etmek istiyor. Böyle
bir düşmanlık TC’nin arayıp da bulamayacağı bir fırsat olur.
Kürdistani Cephe, TC’nin bu oyununu boşa çıkarmalıdır.
Kürdistani Cephe için TC’nin ev sahipliği yaptığı bir kaç
bin müttefik askerinin desteğinden çok, Kuzey Kürdistan’daki
milyonlarca insanımızın ilgisi, sempatisi ve dayanışması
önemlidir. Kürdistani Cephe pratikte böyle bir tavır içine
girerse, aynı zamanda, kendi önderlik kariyerizmini ulusal
birliğimize yeğleyen kişilerin maskesini de aşağı düşürmüş
olacaktır.
İnanıyoruz ki, politik güçlerin bu yöndeki tavırları belli
bir diyaloğa doğru gelişmeyi sağlayacak pratik süreci
başlatacaktır.
Tarihin en büyük fırsatlarını yakaladığımız ve hala bu
fırsatları kullanma şansına sahip olduğumuz bu durumda, her
şeyden önce, ulusal dostluk, dayanışma ve birlik diyoruz.
Politik öncüler bunu sonuna kadar zorlamalıdırlar; halka öncü
olmanın asgari gereği budur.
PKK/VEJİN
(1991 Yazı)

SOSYALİST BASINA AÇIK MEKTUP

Bilindiği üzere, PKK’nin IV. Ulusal Kongresinin
sonuçlanmasından kısa bir süre sonra, örgüt bünyesinde önemli
bir bölünme yaşandı. Bu bölünmenin nedenleri daha önceki
yazılarımızda açıklanmış, bu konudaki yazılar sosyalist basına
gönderilmiş ve bilgi verilmişti. Bir kez daha kısa da olsa
değinmekte yarar görüyoruz.
İçinde yaşadığımız önemli tarihsel süreçte, bizleri
Apo’nun başına çöreklendiği PKK bünyesinden ayrılmaya, ayrı
ve doğru olan tavrı almaya iten nedenler, uzun bir zaman
dilimine yayılan bir çok olumsuz uygulamalardan
kaynaklanmaktadır. Kısaca açacak olursak, Apo’nun partiyi
parti olmaktan çıkarıp, kendi çiftliği-tekkesi haline getirmesi;
bir çok yoldaşımızın sırf devrimci tavırlarından dolayı
katledilmesi; gerillanın binlerce şehit vererek, bağımsızlık
yolunda, Kürdistan tarihinde eşine az rastlanır boyutta
gelişmeler kaydetmesine rağmen, Apo’nun uygulamalarıyla
mücadelenin önünün tıkanması; Apo’nun işgüzarlığıyla,
mücadelemizin, diplomat gazeteciler kanalıyla Özal’a,
muhabarat kanalıyla da Saddam’a pazarlanmaya çalışılması;
parti içinde demokratik-merkeziyetçiliğin zerrece
uygulanmaması; kadroların bir tek kişinin arzusu
doğrultusunda harcanması; direnişçi kadroların “öz eleştiri” adı
altında kişiliksizleştirilmeye, içlerinin boşaltılmaya çalışılması;
gerillayı, devrim şehitlerini sürekli aşağılama ve onlara hakaret
etme saygısızlığı; Botan ve zindan direnişlerini yüzsüzce inkar
etme girişimleri; bütün bu zararlı uygulamalara eleştiri
126
yönelten yoldaşları ortadan kaldırmak için uygulanan iğrenç
komplo yöntemleri, vb., vb.
Başlıklar halinde değindiğimiz bu uygulamaları, daha
önce siz sosyalist basına gönderdiğimiz yazılarımızda ayrıntılı
olarak anlatmıştık. Bekledik ki, bu tarihsel öneme sahip çıkış,
sosyalist basının da ilgisini çeker, bir kaç satırla da olsa,
yayınlarında yer vererek devrimci-demokrat-yurtsever
kamuoyunu bilgilendirir.
Çıkışımızın Hürriyet, Cumhuriyet gibi resmi gazetelerde
değil, sosyalist basında ele alınması gerekir. İstedik ki,
sosyalist basın, bu çıkışı sınıfsal ve ulusal süzgeçlerden
geçirerek değerlendirsin ve ilgili kamuoyunu gelişmelerden
haberdar etsin.
İlginçtir ki, Ali Akgün olayında açık ve geniş
değerlendirmeler yapan sol basın, bu olay hakkında
kamuoyuna gerekli bilgileri aktarırken adeta yeri göğü inletti.
Ama aynı basın organları, PKK içinde yaşananlar karşısında
ağız birliği etmişcesine sessiz kaldılar. (Tek istisna, Toplumsal
Kurtuluş sayı 46-47’deki kısa değerlendirmedir.) Onlarca
direnişçi kadronun halen Bekaa’da Apo tarafından rehin
tutulmasına da aynı şekilde sessiz kalınmaktadır. Sayısız
komplo senaryolarıyla tehdit altında tutulan devrimcilerin
direnişleri, haykırışları sol basın tarafından duyulmak
istenmemektedir.
Bütün bunları ancak Apo’nun dolaylı sansürüyle
açıklayabiliriz. Evet, düşmana karşı direnebilen sol basın, ne
yazık ki, Apo’nun sansürüne takılmıştır. Sormak istiyoruz:
namuslu insanların, her türlü namusssuzluğa karşı çıkışlarının,
direnmelerinin bir haber değeri dahi yok mudur? Sıradan
denebilecek gelişmelere dahi haber değeri atfedilirken, Kürt
127
halkının geleceğini yakından ilgilendiren bu gelişme neden
görülmek istenmemektedir?
Sol, sosyalist basın tutarlı ve dürüst olmak zorundadır.
Sizleri tutarlı olmaya davet ediyoruz.
Basın kitlelere güven vermek zorundadır, bunun için de
tutarlı ve direnişçi olmayı bilmelidir.
KİTLELERİN HABER ALMA HAKKINI HİÇ BİR
SANSÜR YÖNTEMİ ENGELLEYEMEZ!
SESİMİZİ DUYURACAĞIZ, ÇÜNKÜ İNSANLIK VE
TARİH ÖNÜNDE HAKLIYIZ!
PKK/VEJİN
AVRUPA ÖRGÜTLÜLÜĞÜ
(1991 Yazı)

SEÇİMLERİN ARDINDAN NE YAPMALI ?

Seçimlerden önce Kürdistan’daki doğru tavrın seçimlere
katılmamak olduğunu belirttik. Türk burjuvazisi, oldukça
demokratik bir seçim geçirdiğiyle övünüyor. Gerçekten de bu
yönden görüntüyü kurtardı. Kürdistan’da yürütülen savaş,
sömürgeci TC’nin Kürdistan’da uyguladığı, uygulayageldiği
politikalar ve savaşı sınırlarının dışına taşırması, barışcıl ve
demokratik gibi görünen bir seçim oyunuyla perdelendi.
Burjuvazi, Kürdüyle, Türküyle katılım gösterilen bir
seçimle, erken seçim darbesini yaptı. Burjuvazinin bu başarısı,
hiç kuşkusuz, PKK’nin reformist bir çizgiye doğru hızla
kayışını örgütleyen tasfiyeci önderliğin politikalarının ve HEP
içindeki parlamenterlik tutkularının önemli desteğiyle
gerçekleşmiştir. HEP’in SHP’ye aktarılması, radikal halk
muhalefetimizin devlete bağlanmasından başka bir şey
değildir. Sandıklara gitmeyen bir Kürdistan halkı karşısında,
sömürgeciliğin dünyaya ileteceği hiç bir meşru mesajı
olamazdı.
Bu seçimlerde halkımızın takınacağı en iyi tavır,
sandıklara gitmeyip, demokratik iradesini, sömürgeci düzeni
kabul etmemek yönünde kullanmak olacaktı.
Bir yandan sömürgeci burjuvazinin ve PKK’nin resmi
önderliğinin, öte yandan da, öteden beri Kürdistan Ulusal
Kurtuluş Savaşına reformist bir müdahalede bulunmak isteyen
güçlerin, birleşik cephede hareket etmesi, önemli bir atılım
fırsatını yitirmemize yol açtı.
Bu seçimlerde SHP listelerinden seçime giren HEP
129
kökenli millet vekilleri, halka bazı mesajlar sundular.
Kendilerinin ”Zindandaki mücadeleden doğduğunu” belirttiler.
Gerillamıza selam yolladılar. Özcesi, PKK’nin direniş
çizgisinin içinde veya yanında olduklarını söylediler.Seçimlere
katılma yanlışlığını eleştirdikten sonra şunu belirtiyoruz: HEP
kökenli parlamenterler, mitinglerde, gösterilerde halka
ilettikleri mesajlara bağlı hareket etmelidirler. Bu PKK
direnişçiliğinin veya halk muhalefetimizin radikalizminin
ifadesi biçiminde olmalıdır.
Türkiye’deki yeni parlamenter sürece karşı takınılacak
tavır, bir çok noktada ayrıştırıcı da olacaktır.Oluşan yeni
parlamentonun ikili bir görevi vardır:
1- Savaşımızı ve radikal halk muhalefetimizi, askeri
caydırıcılıkla, şiddetle ezmek;
2- Gerilla savaşımızı ve halk radikalizmini
reformizmle tasfiye etmek.
Özcesi, bir savaş parlamentosuyla karşı karşıya
bulunuyoruz. Bu durumda HEP kökenli millet vekillerinin
yapması gereken nedir?
Sorun, salt Kürt kimliğiyle orada bulunmak değildir.
Nurettin YILMAZ yıllardır bu işi ANAP içinde yapıyor. Türk
burjuvazisi, Kürt kimliğiyle orada bulunmayı sindirir ve
dahası, HEP’in SHP’ye aktarılmasıyla bunu teşvik de etti.
DYP, SHP ile koalisyon yapmak istiyor ve HEP’in SHP içinde
bulunmasını sorun yapmıyor.
Kısacası, HEP, SHP kanalıyla parlamentoya taşınırken,
şimdi de savaş hükümetinin bir ayağı yapılmak isteniyor. HEP
kendini kandırmamalı ve kendini kandırırken halkımızı da
kandırmaya çalışmamalıdır. Sancı yaratmamak bizim
130
sorunumuz değildir. Sömürgecilik halkımızı idare etmede ciddi
bir sancı çekiyor ve bizim görevimiz bu sancıyı
derinleştirmektir.
Sömürgecilik, yumuşak geçişten söz ediyor. Bu
halkımıza karşı yürütülen savaş üzerine bir ”tül” çekmek
içindir. Bunun ilk adımı seçimlerle atıldı ve HEP buna ortak
edildi. İkinci adım, oluşan parlamento ve oluşturulacak
hükümetle atılmak isteniyor. HEP, ilk adımdaki yanlışlığından
kurtulmak fırsatını yitirmemiştir, fakat, hala ilk adımda verdiği
reformizm sinyallerini vermeye devam etmektedir.
Oluşturulmak istenen hükümetlere şartlı ”evet” demek ve
benzeri demeçler vermek, bu sinyalleri vermeye devam ettiğini
gösteriyor.
İlk adımın yanlışlığından sıyrılmak, miting
meydanlarında gerillaya gönderilen selamlara bağlı kalmak ve
halkın radikal muhalefetinin hizmetinde olmak için, bundan
sonra takip edilmesi gereken yolu şu şekilde tespit etmek
gerekir:
1- HEP parlamenterleri, ”ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkı” ilkesini, Kürt halkının sorununun çözümünde
biricik yöntem olarak gören, sömürgeci savaşa samimi olarak
karşı çıkan ve gerilla ve radikal halk muhalefetimizi haklı bir
zeminde görüp, destekleyen Türk ve Kürt parlamenterlerden
oluşan, parlamento içi bir ”demokrasi bloku” oluşturmalıdırlar.
2- Bu blok, parlamento oturumlarına başlamadan önce,
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin Kürdistani
çözümünü içeren bir bildirge yayınlayarak, buna uygun hareket
edeceğini ilan etmelidir.
3- Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi
131
temelinde oluşacak blok, SHP ile bağını hemen kesmeli ve
uluslararası siyasi arenaya kendi mesajını ulaştırmalıdır.
4- Bu blok, mitinglerde, halk önünde içilen andlarla
göreve başlamalıdır.
5- Bu blok, TC parlamentosundan çıkacak hiç bir
hükümete güven oyu vermemelidir.
6- HEP parlamenterleri, Kürdistan ulusal kurtuluş
savaşında patlayan silahların dili, sözü olmalıdırlar.Ayrıca,
Türk halk kitlelerinin mücadelesini etkin bir şekilde
desteklemeli ve bu mücadelenin omuzdaşı olmalıdırlar.
7- Bu blok, sömürgecilerin işlediği savaş suçlarını açığa
çıkarmalı ve teşhir etmelidir.
8- Bu blok, bir özel savaş komisyonu olarak çalışacak
olan parlamentonun, gerek Türkiye’ye ve gerekse Kürdistan’a
dönük çalışmalarına, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı
ilkesinden hareketle ve aktif bir muhalefetle karşı çıkmalıdır.
9- Bu blok, uluslararası parlamenter kuruluşlara,
Kürdistani bir güç olarak katılmak için resmi başvurusu
yapmalı ve bunun olanaklarını zorlamalıdır.
10- Bu blok, TC’nin, Kürdistan’ın diğer parçalarına
dönük sınır ötesi saldırılarına ve politikalarına karşı, diğer
parçalardaki halkımızın temsilcisi gibi tavır almalı ve bu
temelde diğer parçalardaki halk güçlerimizle ilişki içinde
olmalıdır.
Bağlı kalınması gereken ilkeler bu şekilde tespit
edildikten sonra, bunun pratik uygulamasında izlenecek yol ve
132
yöntemlerde bir zorlukla karşılaşılmayacaktır.
”Dün dündür, bugün bugündür” ilkesizliğine düşmemek
için, mitinglerdeki sözleri ve coşkuyu parlamentoya taşımak
gerek. Süreç, HEP’in sömürgeciliğin ” yumuşak yastığı”na mı
dönüşeceğini, yoksa ulusal kurtuluş mücadelemizin hizmetine
mi gireceğini gösterecektir. Biz, HEP’in, HEP kökenlilerin
ikinci yolu tercih etmelerini bekliyor ve istiyoruz.
”Zindanların kapılarında doğduk” diyenlerin,bunun zor,
ama bir o kadar da onurlu olduğunu, zindan pratiğimizden
öğrenmiş olmaları gerekir.
PKK/VEJİN
25 Ekim 1991

CEZAEVİ DİRENİŞÇİLERİ ŞAHSINDA
İNSANLIĞA ÇAĞRI

Arkadaşlar, Dostlar, Yoldaşlar,

Hepinizin bildiği gibi, Partimizin 4. Ulusal Kongresi’nin
hemen ertesinde Apo’nun egemen olduğu bünyeden koptuk;
kopmak zorunda bırakıldık.Gelişmeleri belki kaba hatlarıyla
biliyorsunuz, ama hem Apo zihniyetinin Ortaçağ sansürü, hem
de sol basının iki yüzlülüğünden dolayı, detaylı bilgilenme
olanağından yoksun bırakıldığınıza inanıyoruz. Her türlü engeli
aşarak, sesimizi, mutlaka ama mutlaka, sizlere ve tüm
yurtsever, ilerici, devrimci kamuoyuna ulaştıracağız.
Daha önceki yazılarımızda ayrılığa neden olan
gelişmelere genişçe değinmiştik. Bu kısa yazımızda ise, son
günlerde Apo tarafından oynanmaya çalışılan ve geçmiş
direnişlerle, günümüzdeki direnişçi-militan ruhu tasfiyeye
yönelik oyunları deşifre edeceğiz.
Su götürmez bir gerçek var. Bu, yıllarca düşmanın
pençesinde can bedeli, dişe-diş, göze-göz verdiğimiz ve
tırnaklarımızla kazıyarak tarihe silinmemecesine yazdığımız
”zindan direnişleri” gerçeğidir. İşte şimdi gözleri kör
edercesine kendini dayatan bu gerçek, tahrif edilmekte, direniş
geleneği, her nasılsa tarihe sızmış sahtekarlar tarafından inkar
edilerek, tasfiye edilmeye çalışılmaktadır.
Bugünlerde, Bekaa’daki kampta, cezaevinden çıkan bazı
arkadaşları rehin tutan Apo ”Zından Konferansı” adı altında,
zindan direnişçilerine Kemal YAMAK yöntemiyle çeşitli
itiraflar yazdırmaya çalışmaktadır.
134
Nedir bu ”Zından Konferansı”? Özünde bir ”İtirafa
Zorlama Konferansı” olan bu uygulamalarla, cezaevinden
çıkmış olan yoldaşların, arkadaşların, ”özeleştiri” adı altında
kişiliklerini boşaltma operasyonları düzenlenmektedir. Yapılan
her seansta ”Zindan Direnişleri Tarihi” insanların
hafızalarından sökülmeye çalışılmakta, onun yerine yalana,
dolana, sahtekarlığa dayalı teslimiyet hikayeleri ve iftiralar
dayatılmaktadır.
Cezaevi tarihini hepiniz çok iyi biliyorsunuz. Hayri’lerin,
Kemal’lerin, Mazlum’ların, Ferhatlar’ın direnişlere can bedeli
önderliklerini Kürdistan tarihi bilmez olur mu? Onlarca yiğit
insanımızı verdiğimiz var olma, boyun eğmeme mücadelesini
ve direniş destanlarını hangi tarih unutur? M. Emin
Yavuz’ların, Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkayalar’ın
düşman saldırılarını yiğitçe göğüslerken şehit düşüşlerini
direnişçiler nasıl unutsun?
Arkadaşlar yıllarca direndiniz ve hala direniyorsunuz.
Neden? Bakın Apo’ya göre neden ve nasıl direnmişsiniz:
”İkide bir çocuk gibi, ’bana daha fazla yemek, içmek ve rahat
olanaklar sağlanmazsa ölüm orucuna yatarım’ demek ve bu
istemlerde bulunmak büyük hatadır.” (Serxwebun, Temmuz
1991,sf.21.)
1 Ağustos Genelgesi’ne, sürgünlere, görüş yasaklarına,
işkencelere, Kürtçe savunma yapma yasağına v.b. insanlık dışı
uygulamalara karşı direndiğinizde ne demişti dönemin Adalet
Bakanı Oltan Sungurlu? ”Bunlar, bütün bunları lüks yaşamak
için yapıyorlar.” Aradaki farkı bulun bakalım!
135
Yine Apo, ”Her şeyden önce, zından koşullarında ve
imhayı hedefleyen bir politika altında insanca yaşanılır
koşulları talep etmek, düşmanı tanımamak demektir. Sen hangi
düşmandan hangi yaşam hakkını istiyorsun? ’Hayatımı ortaya
koyarım, bunu isterim’ denildi. Hayatını koydun ortaya ve
düşman da sana verdi. Peki neydi bu yaşam, kabul edilebilir
miydi?” diyor. Direnişlerinize yönelik aynı içerikli saldırıları
daha önce de Mümtaz Kotan’dan duyduğunuzu sanırız
unutmamışsınızdır. Oysa düşman hiç bir şey vermedi, hakların
tümünü sonuna kadar direnerek aldınız.
Apo devam ediyor: ”Bu konuda şunu söyledim: İçeri için
elde edilen haklar, dışarıdaki halkın haklarından fazladır. Halk
yarı yarıya açtır, gazete, kitap okuyamaz, büyük işsizler ordusu
vardır. Fakat zındandaki yapı bunun çok üstünde bir yaşam
seviyesi, okuma, inceleme düzeyi tutturmuştur. O zaman
dışarıyı istemeyin, uğruna savaştığınız taleplerin en
önemlilerini ancak içerde elde edebilirsiniz dedim.” Yoruma
gerek var mı? Daha bunun gibi yüzlerce saldırılar,
karalamalar…
Her gün şehitler edebiyatı yapan biri, yukarıdaki
sözleriyle (tümü de Serxwebun’un Temmuz 1991 sayısından
alınmıştır) iki yüzlülüğünü ortaya sermiş olmuyor mu?
Düşünün! Halk aç, siz de aç kalın ve direnmeyin! Halk
gazete, kitap okuyamıyor, siz de okumayın! Sonra seviyeniz
yükselir, bu tehlikelidir! Hele işsizler ordusu varken direnilir
mi? Düşmandan insanca yaşam koşulları talep edilerek
direnilmez? Peki ne yapılır? Hayvanca yaşam koşullarına
boyun eğilir! Çünkü karşınızdaki düşmandır ve düşmandan hak
talep edilerek direnilmez! halkın haklarından fazla hak elde
edilmemelidir!! Halkın seviyesinin üzerinde okuma, inceleme
136
düzeyi tutturmayın ve bunun için direnmeyin! Çünkü feodal
önderliklere zır cahil müridler lazım! Tam bir ”teslimiyet
çağrısı”!
Kazara bu hakları elde ederseniz, o zaman da dışarı
çıkmayın! Çünkü uğrunda savaştığınız yaşam biçimini elde
etmiş, amacınıza ulaşmışsınızdır! Bu olanaklar dışarıda yok!
Apo sizin yerinizde olsaydı her halde böyle yapardı. Baksanıza
sizlere bunu önerdiğine göre…
Bir insanın cezaevi direnişlerinin önemini anlaması için
illa da cezaevine düşmesi gerekmez. Birazcık insanlık, vicdan,
onur, bu direnişlerin anlamını kavramak için yeterlidir.
Bugünlerde yapılan ”Zından Konferansı”nda, yukarıdaki
anlayış doğrultusunda, direnişler mahkum edilmek isteniyor.
Cezaevinden çıkan bazı arkadaşlar yoğun bir baskı ve dayatma
altındalar.Bu durumun anlaşılması için bir olayı aktaralım: Bu
konferansın bir oturumunda direnişler ve direnişçiler hakkında
sahtekarca itham ve iftiralarda ölçüyü kaçıran Apo, Sakine
CANSIZ’dan ”Terbiyesizlik etme!” yanıtını alır. Bu yanıt
karşısında Sakine CANSIZ’a saldıran Apo’nun tavrına
dayanamayan Selim ÇÜRÜKKAYA ”Hakaret etme!” diye
Apo’ya çıkışınca, her ikisi de tutuklanır. Beş gün sonra bu iki
arkadaş ”Üslubumuz yanlıştı” diye özeleştiri vermek zorunda
kalırlar. Bu arkadaşlar halen genel gözetim altındadırlar.
Bugün zindan direnişçiliğini inkara yönelen Apo, bakın
dün, zorlanarak da olsa, bu konuda neler diyordu: “Zindan
direnişçileri bu kadar ölümüne direnirken boşuna direnmiyor.
Kimsenin paşa keyfi için bunlar yapılmıyor. Sadece bir
önderlik sevdası uğruna yapılmıyor bunlar. Ne oldum delisi
olmanız için mi yapılıyor bunlar? Hayır! Sade olalım, biraz
alçak gönüllü olalım, kendimizi biraz daha doğru tanıyalım.
137
Yaşamları vardır, ölüme yatırarak sonuç almaya çalışıyorlar.
Zindan direnişçileri, yaşamlarını damla damla feda ederek
sonuç almaya çalışıyorlar. Her gün bir hücrelerini eriterek
sonuç almaya çalışıyorlar. O zaman, neyin nasıl karşılandığını
bilmekten başka çaremiz yok. Bunu anlamayanların ya art
niyetli, ya da iflah olmaz bazı adamlar olduğu ortaya çıkar ki,
bunların yaşaması bile suçtur.” (Serxwebun, Ağustos 1989,
Özel Sayı 15; Kampta gerilla adaylarına yapılan konuşmadan)
Sormak gerek, Apo, daha düne kadar yere göğe
sığdıramadığı zindan direnişçilerini, neden böyle birden bire
yerin dibine batırmaya çalışıyor?
Açık ki, zindan direnişçilerine tahammülü yok artık;
Apo’nun cezaevinde yetişen, direnişçi, militan, açık kafalı,
demokratik-merkeziyetçiliğe ve yoldaşlık ilişkilerine inanmış
kişiliklere tahammülü yok artık.
Apo, cezaevinden çıkan veya çıkabilecek olan ve böyle
bir kişiliğe sahip olan insanları, kendi uygulamaları önünde bir
engel olarak görüyor; partiyi kendi çiftliği olmaktan
çıkaracaklarından korkuyor; kendi dergahına mürid arıyor; bu
insanların mürid olmaya yanaşmayacaklarına, köle ruhluluğu
kabul etmeyeceklerine inanıyor. Bu ve benzeri nedenlerden
dolayı, itiraf ve özeleştiri adı altında, yılların direnişçilerinin
kişiliklerini boşaltma seansları düzenliyor. Kişiliklerini
korumak isteyenleri ise cezalandırıyor, hırpalıyor, tu kaka
diyor.
Apo, 82 ve 84 direnişlerinin başarısını da kendisine
bağlıyor. Ve kendi müdahalesinin olmaması halinde bu
direnişlerin yenilgiyle sonuçlanacağını ileri sürüyor. Böylece,
güya, direnişçilere en ufak bir pay bile bırakmamayı
hedefliyor. Oysa hepiniz biliyorsunuz ki, 1986’ya kadar
138
cezaevi ile dışarısı arasında sağlıklı tek bir ilişki bile
kurulamamıştı.
Apo, klasik taktiklerinden birini daha sahnelemeye
çalışıyor. 1986 Döneminde yaşanan örgüt içi bir olayı, bazı
insanları birbirine kırdırmak için kullanıyor. 8-14 Eylül 1991
tarihli Yeni Ülke’de bakın neler söylüyor: ”1986’da Hilvan-
Siverek direnişçilerini hain ilan ediyor (Şener). Nerede
namuslu bir direnişçi varsa örgütten atmaya çalışıyor…” Bir
çoğunuz olayı yakından biliyorsunuz. Bu olayda kararı
verenlerin üçte ikisi Siverek-Hilvan-Urfa grubundandı. Apo
yine, ”Ayrıca Batman grubundan bazılarının bunun (Şener’in)
kanalıyla idam almamaları söz konusudur.” (Aynı yazı)
diyerek, sahtekarlık etmekte, suni bir bölgecilik yaratmakta,
kadroları bu yolla birbirine kırdırmaya çalışmaktadır. Olayları
kendine yontma anlayışı! Mantığına göre, örgütten atılanlar
direnişçi, kalanlar ise teslimiyetçi oluyor. Ucuz bir böl-güçsüz
düşür-yönet kurnazlığı! Sayısız itham, iftira ve
düzenbazlıklar… Her birine tek tek yanıt vermek şimdilik
gereksiz. Ayrıca olayların bir çoğunun tanığısınız. Bu konuda,
sizlerin oynanmakta olan oyunun farkına varacağınıza inanmak
istiyoruz.
Arkadaşlar, Yoldaşlar,
Tarih, kralların değil, kitlelerin, namuslu insanların,
namusunu konuşturanların omuzları üzerinde yükselmektedir.
Direnişlerinizle tarih yarattınız; Kürdistan tarihine
damganızı vurdunuz. Eserinize ve emeğinize sahip çıkın!
Namus emektir, emeğe sahip çıkmaktır!
Hayri, Mazlum, Kemal, Ferhat, Hüsnü, M. Emin Yavuz
ve daha nice yoldaşımız, ne bir parça ekmek dilenirken, ne de
139
sırça köşklerde lüks yaşamak uğruna yaşamlarını feda ettiler.
Onları en iyi siz bilirsiniz; onların kavgalarının tanığı ve
ortağısınız. Tarih konuşmayan tanıklardan hoşlanmaz!
Konuşturun tarihsel tanıklığınızı ve ortaklığınızı! Ve
unutmayalım ki, tarih affeden değildir.
Düşmanın bitiremediği cezaevi kadrosu, Şener’in
şahsında bitirilmek isteniyor. Bütün cezaevi kadroları, bu
konferanslar ile tehdit altında bırakılmıştır. Ya gerçeği
konuşturur ve gerçeğe sahip çıkarsınız, ya da bu insanın,
keskin savaş ve parti edebiyatı arkasında, kadrolarımızı,
düşmanın istediği biçimde, bitirmesine göz yumarsınız.
Bilinmelidir ki, çıkışımız laf olsun diye değildir!
Direnişlere ve direnişçilere verilecek zarar cezasız
bırakılmayacaktır!
YAŞASIN TARİHSEL HAKLILIĞIMIZ!
YAŞASIN PKK-VEJİN!
PKK/VEJİN
AVRUPA ÖRGÜTLÜLÜĞÜ
Eylül 1991

Mehmet Can YÜCE’ye Mektup

Değerli Can, değerli dost!

Dostlardan gelen mektuplar ateş püskürüyor. Senden
mektup gelmiş değil henüz. Durumumu ne kadar öğrenmiş
olduğunuzu bilemiyorum. Doğu beyefendi çok kötü bir sansür
yaptı.
Gerçi sansürsüz de olsa yeterince yansıtmış değildik.
Doğrusunu istersen, bir mektupta anlatabilecek şeyler yoktur.
Özellikle, arkadaşların alabildiğine tepkici duygusallıklarına
bir mektupla cevap vermek mümkün olmuyor.
Can, bir çelişkiyi yaşıyoruz dostum. Bilime inanıyoruz,
objektifiz diyoruz. Ama insanlara peygamber yaklaşımını terk
etmiyoruz. Düşün, elinde hiçbir veri olmadan, problemin
çözüm yolunu açıklıyoruz. “Amcam haklıdır, o ne derse onun
dediği gibidir”. Bu yaklaşımın neyi bilimseldir Can. Bilime
olan saygı adına konuş Can, bunun neyi doğrudur.
Bu edebiyata duyulan ihtiyaç nelere mal oluyor biliyor
musun? Bende zamanında bu günahı oldukça ağır işledim.
Müritçe bir güvenden kaynaklanan söz konusu tutumun vermiş
olduğu destekle, ne değerlerin katline ortak olduğumuzu, daha
sonra, yaşayarak anladık.
Can, ayrık tavır güçten düşürür. Bu karşı tarafa objektif
bir hizmettir. Aile içi sorunların dostça, kardeşçe hal edilmesi
esastır. Bunun ruhuna aykırı hareket edenler kötü
insanlardırlar. Can, abartmasız söylüyorum, abartan alçaktır;
bizler Esat”la ne kadar tartışma konuşma ortamı bula bildikse,
ancak o kadarını bulduk. Ve sonunda kalemimizi kırdılar.
Can,hakkımda kalem kırıldı ve hükmü yerine getirmekle de
141
yine bir dost gönderildi. Onların cellat seçimindeki gafı bizi
kurtardı.
Can, sığınmadık, sığıntı olmadık. Kimseye teslim
ettiğimiz hiçbir değer yok.
Yalan gerçeği gizleyemez.
Neyse, peki neden işler bu noktaya geldi?
Biz içinde, yaşadığımız için daha iyi gördük ama bazı
sonuçlara varmak için, içinde yaşamak şart değil. Bilimsel ve
objektif bir yaklaşım çok önemli.
Osmanlı’nın bir Yemeni vardı. Hani gidenin gelmediği
bir Yemen. Bizim de bir Yemen’imiz var. Yemen’de
savaşanlar çok kahramandı ve gerçekten de böyle kahramanlara
sahip olmak övünç vericiydi! Ne var ki padişah alçaktı.
Can, savaş alanına adımını atmaktan korkan adi
generaller vardır, savaş dışında emir yağdırırlar; ondan sonra
da , alınan yenilgilerden dolayı askerlerine, komutanlarına
küfür yağdırırlar. Tarih böylelerine sıkça rastlamıştır ve biz de
bizde rastladık. Birinin çıkıp, generallik yapmak istiyorsan,
savaş alanına in veya hiç olmazsa, koşullarımızı ve gerçeğimizi
bilmeden olur olmaz emir verme demesi gereken yerde
generalin tepesi atıyor.
Can, oldukça basitleştiriyorum, çünkü anlatılacak gibi
değil. İnan hiç abartmıyorum; karşıt tek bir söz söylemeye
müsaade yok.
Can, düşüncesini belirtmeyen insanın insanlığı kalır mı,
düşünceden taviz veren insanın kendine saygısı kalır mı?
Kendisine saygısı kalmayan insanlar, hangi işe inançla sarılır.
142
Gözlemiyor musunuz, bunca zamana, bunca emeğe
rağmen varılması gereken ciddi sonuçlar yok ortada. Tüm
bunların nedeni nedir Can?. Herkes kötü, bir kişi iyi edebiyatı
çok alçak bir edebiyat ve buna inanmak da çok safça.
Sıradan insanların saflığına diyebileceğimiz pek bir şey
yok. Ancak aynı saflığı, bir seviyeye ulaşmış insanların
göstermesi kötüdür.
Can, oldukça ağır bir kişi kültüyle sorunlara yaklaşım
gösterenlerin sonuçta neye vardıkları bellidir. Biz yaşamı böyle
yaşayacak insanlar değiliz, olamayız. Uluslararası tecrübe tüm
verileriyle ortadadır. Üstün insan, üstün kişi kültü
toplumculuğun zıddı olduğu halde, kötü bir çelişkiyi yaşıyoruz.
Dikkat et Can, yalan kimin ihtiyacıdır, yalana kim ihtiyaç
duyar. Kendisine güvenenlerin, gerçeğin temsilini yapanların
yalana ihtiyacı var mı? Beni mahkum etmek için, hepinizin
ortak değeri olan bir tarih çarpıtılıyor Can. Biliyor musun, Fu.
bu gün mağdur bir kahraman, bense tüm kötülüklerin kaynağı
ve herkes de benim uydum. Can, duygu sömürüsünü yapmak
istemiyorum; beni karalamak için, ne acılarla yaratılan değerler
çiğneniyor; hepiniz duyacaksınız belki duymuşsunuz.
Gerçeğe sahiplenmek her zaman kolay olmuyor.
Özellikle gerçeğin ilk adımları çok acılı ve sancılı oluyor. Ama
acıyla yoğrulmuş olan şey, sonunda sevgidir. Birbirimizi şu
anda anlamazsak da, sonuç itibariyle birbirimizi
anlayacağımıza en ufak bir kuşku duymuyorum. Durum böyle
olmakla birlikte, gerçeği gün günden önce öğrenmenin
yaşamsal önemi var.
Can, sizden alınacak olan tek bir mesaj olumsuz yönde
bir söz yalan dünyasına güç veriyor ve yalanı, karanlığı, puslu
havayı seven sinsiler bundan faydalanıyor.
143
Soruna biraz olsun sağduyulu yaklaşmanın önemi çok
büyük. Duygusal tepkileri gösterecek dönemleri çoktan aştık.
Öyle değil mi? Eğer zamanın akışı bu yönde devam ederse,
ortada kutsal aile değerlerimizin hiç biri kalmayacak; zaten
kalmış değil.
Can, anlayın artık, bize bir tükeniş yaşatılıyor ve bunun
önüne geçmek gerekiyor.
Durumu görmemek mümkün değil. İçerde olmak sorun
değil ki? Kıyaslama yapın, söylenenlere bakın ve gerçeğe
bakın.
Sonuç olarak şunu söyleyeceğim, “söz onurdur, onuru
çiğnetmeyeceğiz” karşımızdakilerin adı ne olursa olsun, yalan
ve entrika ve her türlü yoz ahlak anlayışıyla beslenenlerin gücü
ancak Dahakların, Rasputinlerın gücüdür. Güçlü olan şey, her
şeye rağmen gerçeğe sahip olandır.
Tümünüzü dostça kucaklarım, öperim.
22- HAZİRAN- 91
Şevket
MEHMET ŞENER

Yorum bırakın